18 Haziran 2017 Pazar

ASTIM NEDEN OLUR ASTIM TEDAVİSİ

Astımın temel özelliği aile içinde aktarılma eğiliminde olmasıdır. Bu eğilim, sarı saçlı ya da mavi gözlü olmak kadar belirgin olmasa da, kanser ya da alkolizmden kesinlikle daha fazladır.

Bir şeyin irsi olması genellikle arka planda genetiğin rol oynadığının göstergesidir, ancak astımın kalıtımı, yatkınlık sağlayan genler kadar ailelerin aynı küflü evi paylaşmaları ile de yakından ilgilidir.

Genlerin gerçekten de işe karışıp karışmadıklarını görmenin tek yolu onları saptamak ve nasıl çalıştıklarını ortaya koymaktan geçer. Hastalığın görüldüğü aile üyelerininin paylaştığı genlerin pek çok kez taranmasıyla, genomda sürekli beliren yarım düzine bölge ortaya çıkarılmıştır ve diğer bir düzine kadar bölge de şüphelenmemize yol açacak şekilde kendini göstermektedir.

Astımın da, diyabet gibi, onlarca genetik varyantın karmaşık birlikteliğinin etkilediği bir hastalık olduğu sonucuna varılmıştır.

Ne yazık ki, astımlı akrabaların paylaştığı kromozom bölümlerindeki genlerin kimliklerini henüz bilmiyoruz. Deyim yerindeyse genetik teröristlerin varlığı, mahalle ölçeğinde saptanmıştır, ancak asıl suçluların bulunması için kapı kapı dolaşmak gerekecektir.

Bunun mümkün olduğunun örneği ADAM33'tür. Genom Terapi Şirketi (Genome Therapeutics Corporation) gibi tehditkar bir ad verilen kuruluşta yer alan bir araştırma ekibi yüzlerce İngiliz ve Kuzey Amerikalı ailede bu genin izini sürmüştür.

Bazı kimseleri astıma duyarlı kılan genetik versiyonun hangi bakımdan farklı olduğu henüz açıklığa kavuşmamış, kaçımızın risk altında olduğu belli değildir zira hastalığa yol açan gendeki SNP sayısı bilinmektedir (SNP'lerin DNA'daki tek bir harfe ilişkin, kolaylıkla göze çarpmayan değişiklikler-tekli nükleotid polimorfizmleri-olduğunu ve bunların genomlarımıza saçılmış durumda bulunduğunu hatırlayın).

Üstelik genin hangi biçimine sahip olacağınızı bilmenin nasıl bir fayda getireceği de belirsizdir, çünkü yaratılan bağıl risk son derece küçüktür. Bütün astım vakalarının ancak küçük bir yüzdesini izah edebilmektedir.

ADAM33 bakımından ilginç olan nokta, sorunlu nefes alma biyolojisinin yangından son derece farklı bir tarafına dikkatimizi çekmesidir. Bunu nedeni genin makas gibi iş gören bir molekül çifti kodlamasıdır.

Teknik ifadeyle söylersek kodlanan, çinko-bağımlı, hücreler arası bölgede iş gören metalloproteinazdır ve bu molekül bronşiyal düz kaslarda ve akciğer epitel hücrelerinde kendini göstermektedir. Kabaca söylersek, bu gen kişinin solunum yollarının esnek olmasını sağlamaktadır.

Astımlarda kronik yangı sonucunda solunum yolları kalınlaşır, havanın akciğerlere taşındığı geçitler daralır ve solunum yollarındaki kasların esneme ve kasılmaları da engellenir. Böylece bu kas zayıflar. Akciğer kapasitelerini arttırmak için astımlıların egzersiz yapması bu nedenle önemlidir.

Yangı aynı zamanda solunum yollarının içini kaplayan dokuda bölgesel hasarlar yaratmaktadır ve bu nedenle de vücut akciğerleri yeniden yapılandırmak zorunda kalır. İşte bu noktada ADAM33 gibi, hücreler arası bölgede iş gören proteinazlar büyük önem kazanır; esneklik ile sertlik arasında uygun bir dengenin kurulmasını sağlarlar.

Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
0532 297 92 35

Kaynakça;
1: P.van Eerdeweg et al. (2002) Nature 418:426-430 "Association of the ADAM33 gene with asthma and bronchial hyperresponsiveness.

2: Shi, W.,S.Bel-lusci, and D. Warburton (2007) Chest 132: 651-656 "Lung development and adult lung disease"

3: Prof.Dr. Greg GİBSON

26 Mayıs 2017 Cuma

KONUŞMA BOZUKLUĞU - KONUŞMA BOZUKLUĞU TEDAVİSİ İZMİR

KONUŞMA NASIL OLUR - KONUŞMA BOZUKLUĞUNDA REFLEKSOLOJİNİN YERİ

Konuşma ve dil, vücuttaki birçok farklı organ ve yapının işlevine bağlıdır. Bu işlevlere göre organlar üç gruba ayrılabilir;

dil üretiminin planlanması ve kas denetimi için sinir sistemi unsurları; işlenmemiş sesin çıkarılması için solunum sisteminin bir kısmı ve gırtlak;

konuşmanın ünlüleriyle ünsüzlerinin oluşturulması, belirginleştirme için ağız bölgesi.
Beynin içinde, genellikle sol yarıkürede iki özel dil bölgesi vardır; bunlar, Broca bölgesi ve Wernicke bölgesi olarak adlandırılır.

Wernicke bölgesi, dilin anlaşılmasıyla ilgiliyken, Broca bölgesi dilin ifade etme boyutuyla ilgilidir. Bu bölgeler, beyin kabuğu aracılığıyla hareket ederek  beyin sapındaki sinir hücrelerinin etkinliklerini denetler ve böylece seslendirme ve belirginleştirmeyi sağlar.

Beynin arka kısmındaki beyincik de, belirginleştirmede önemli bir yol oynar.

İşlenmemiş ses, akciğerlerdeki havanın gırtlak aracılığıyla çıkarılmasıyla oluşur. Gırtlakta  iki ses  teli vardır; ses telleri, nefes alırken birbirinden ayrılır, konuşma sırasındaysa tekrar bir araya gelir.

Ses telleri bir araya geldiğinde ve aralarından hava geçtiğinde titreşmeye başlarlar, tıpki bir arada tutulan ve aralarına hava üflenen iki yaprağın titreşmesi gibi.

Bu işlenmemiş ses, ses tellerinin gerilimini ya da uzunluğunu arttırarak ya da azaltarak değiştirilebilir.

Ünlü sesler ("a" ya da "o" gibi), titreşen ses tellerinin yukarısından dışarı üflenen havanın şeklini değiştirmesiyle oluşturulur.

Bu işlem, yumuşak damak, dil ve dudakların son derece eşgüdümlü bir şekilde hareket ettirilmesiyle yapılır.

Ünsüzlerin büyük bir kısmı, hava akışının geçici olarak kesilmesiyle çıkarılır. Ünsüzler, genellikle kullanılan hava geçidi kısmına göre adlandırılır. Böylece dudak ünsüzleri (b,m,p),dudakların bir araya getirilmesiyle; diş ünsüzleri (d,n,s,t,z), dili dişe dokundurarak; diş dudak ünsüzleri (f,v), alt dudağın üst dişlere dokunmasıyla; dişeti damak ünsüzleri (c,ç,j,ş), dil ucunun üst dişlerine ve damağa yaklaşmasıyla çıkarılır.


Refleksolojinin Yeri;

Merkez sinir sistemine çeşitli yöntemlerle gönderilen duysal uyarıların refleks olarak motor yanıt oluşturduğu bilinmektedir. Refleksoloji uygulaması uzmanların çoklu araştırma prensibine dayanan ve ilgili sinir uçlarına manüel bası ile uygulanan terapilerdir.

Refleksoloji ile; Beynin sağlam bölgeleri hasarlı bölgelere ait fonksiyonları üstlenmesine, yeni sinapslar oluşmasına yardımcı olunur ve beyindeki nöronlar yeniden organize olurlar, buna bağlı olarak bazı fonksiyonlar kısmen kazanılmaktadır.

Bu sürece nöronal plastisite denmektedir. Refleksoloji ile konuşma merkezine yapılan çalışma ile anlaşılabilir konuşmayı sağlamaktır. Refleksoloji tüm dünyaca kesinlik kazanmış ve uygulama yelpazesi günden güne artış göstermiştir.

Sağlık Ayaklarınızın Altında...

Toksinlerden arınmanın alternatif yolu...

El ve ayaklardaki refleks noktalarına uygulanan özel ovma hareketleri sayesinde toksinlerden arınmış bir bedene kavuşmak mümkün.

Ellerimizin sadece tutmamızı, ayaklarımızın da yürümemizi sağlayan organlar olduğunu düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içerisindesiniz demektir.

El ve ayaklar işlevlerinin dışında, aynı zamanda bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktalarına sahip birer organ. Çin'de akupunkturun geliştiği zamanlarda doğduğu sanılan, günümüzde artık Sağlık Bakanlığınca 2014 yılında resmî gazetede yayımlanarak tamamlayıcı tıp adı altında; Batı'da da uygulanan refleksoloji, ayaklardaki refleks noktalarına uygulanan bir baskı tekniği. Refleks noktalarına basınç uygulanmasıyla vücuttaki sinirler ve kan dolaşımı uyarılıyor, böylece iyileşme ve fiziksel fonksiyonlarda denge sağlanıyor.

Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
0532 297 92 35

KAYNAKÇA:
Prof.Dr. David TRACEY
Prof.Dr. Peter BAUME
Prof.Dr. Kurt H. ALBERTİNE
Prof.Dr. Laurence GAREY
Prof.Dr. Frederick ROST
Prof.Dr. Phil WAİTE

20 Mayıs 2017 Cumartesi

ROMATİZMA NEDEN OLUR-ROMATİZMA TEDAVİLERİ

ROMATİZMA SİZİ ÖLDÜRMEZ, AMA SÖZDE TEDAVİSİNDE KULLANILAN İLAÇLAR ÖLDÜREBİLİR.

Avuç dolusu ilaç yutsan da faydası yok. Romatizma hastalığında çok klasik bir hikâye vardır.
Bir gün kalktım, kolum tutmuyor, taş gibi sertim, elimi açıp kapatamıyorum, ağrılarım var, parmak eklemimde bir şişlik oldu. Doktora gittim, bana hemen ağrı kesici ilaçlar, antienflamatuarlar verdi. Sonra baktım ağrı kesilmiyor, tekrar gittim. Doktor, romatoid artrit teşhisi koydu; “Kortizona başlamamız şart” dedi. Kortizona başladım....

Avuç dolusu ilaç yutsan da faydası yok

Romatizma hastalığında çok klasik bir hikâye vardır: ‘Bir gün kalktım, kolum tutmuyor, taş gibi sertim, elimi açıp kapatamıyorum, ağrılarım var, parmak eklemimde bir şişlik oldu. Doktora gittim, bana hemen ağrı kesici ilaçlar, antienflamatuarlar verdi.

Sonra baktım ağrı kesilmiyor, tekrar gittim. Doktor, romatoid artrit teşhisi koydu; “Kortizona başlamamız şart” dedi. Kortizona başladım. Bir süre iyiydim, sonra tekrarladı. Ağrılarım, tutulumlarım, sabah sertliklerim arttı. Tekrar doktora gittim. Doktor kortizonun dozunu yükseltti.

Bir süre rahattım. Sonra ağrılarım tekrarlayınca doktora gittim. Doktor kortizonun yanında bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar verdi. Onları da kullanmaya başladım. İyiydim, bir dönem ağrılarım azalmıştı ama sonra hastalığım tekrar ilerlemeye başladı, ağrılarım dayanılmaz oldu.

Tekrar doktora gittim. Doktor bu sefer ilaçların dozunu artırdı, bir tane daha bağışıklık sistemi baskılayıcı ilaç ekledi. İlk teşhis konulalı birkaç sene oldu. Ama ağrılarım artarak devam ediyor, hatta eklemlerim o kadar bozuldu ki, ellerimde ayaklarımda şekil bozuklukları meydana geldi.

Evde kendi işimi yapamıyorum, yardımsız yaşayamaz oldum. Şimdi, bana iki şahit huzurunda muvafakatname imzalatarak bir ilaç vermek istiyorlar, bu ilacın prospektüsünü okudum. Anti-TNF dedikleri bir ilaç. Hem tüberküloz yapıyormuş, hem kanser yapıcı etkisi varmış. Hocam korktum ne yapayım?’

Romatizma hastası öyle bir vaziyete gelir ki, birkaç sene içinde kullanılabilecek en tehlikeli ilaçları kullanmış, bu ilaçların yan etkilerini görmüştür. Hastalığı düzelmemiş, iyileşmemiş, tam tersine ilerlemiştir.

Hasta geldiğinde bir avuç kimyasal ilaç kullanır, ama ağrılardan perişandır. Eklem harabiyeti oluşmuştur, ellerinde, ayaklarında şekil bozukluğu vardır. Yürürken düz basamaz, günlük işlerini yapamaz. Hasta perişan bir haldedir. Çaresizdir, kilitlenmiştir, işini göremez, günlük hayatını idame ettiremez vaziyettedir.

Tüm hastalar bu hikayeyi yaşar.

Romatizmanın kimyasal ilaçlarla tedavi edilemediğini anlamamız gerek. Bu ilaçlar sadece romatizmanın üstünü örter, bağışıklığı baskılar. Kimyasal tıp şöyle bir mantık yürütür: ‘Eğer romatizma bağışıklık sisteminin yanlış çalışmasından, aşırı çalışmasından kaynaklanan bir otoimmün hastalıksa, ben o zaman bağışıklığı baskılayan ilaçlar vereyim, romatizmayı düzelteyim’!

Ama vücut böyle çalışmaz. Siz bütün bir bağışıklık sistemini baskıladığınızda, hastayı iyileştirmiş olmuyorsunuz. Nitekim hasta bu ilaçları kullanır ama romatizması da ilerlemeye devam eder. O zaman niye bu ilaçları veriyorsunuz? Hastalara ne faydası var? Üstelik bir de ölüm riski var. Romatizma öldürmez ama o anti-TNF ilaçlar öldürebilir. Bu son derece ciddi bir konudur.

Methotreksat, kanser için geliştirilen bir kemoterapi ilacıdır ve romatizmal hastalıkların tedavisinde de yaygın olarak kullanılır.

Oysa prospektüsünü okuduğunuzda, “ölümcül ve ciddi toksik reaksiyon” görülebileceği ve “psöriyasis (sedef hastalığı) tedavisinde methotreksat kullanımı ile ölümler bildirildiği” yazmaktadır. Ayrıca, “Methotreksat kullanımı ile ölümler bildirilmiştir” şeklinde dehşet verici bir ibare daha var.

Peki, niye veriyorsunuz o zaman bu ilacı hastalarınıza? “Bitkilerle tedavi diye birşey yoktur” çığlıkları atıyorsunuz, sonra böyle ölümcül bir kimyasal ilacı hastalarınıza leblebi gibi dağıtıyorsunuz. Soranlara da utanmadan “bitkisel tedaviler güvenilir değil” diyorsunuz.

Prospektüsüne “ölümcül” yan etkileri olduğunu yazınca, Methotrexat güvenilir hale mi geçiyor? Bu ilacı reçete ediyorken korkmuyorsunuz, ama zerdeçal reçete ederken korkuyorsunuz, öyle mi? Aklınıza şaşayım sizin! Siz hiç zerdeçaldan veya zencefilden ölen birini gördünüz mü?

Literatürde var mı? Eğer biz Fitoterapide bu kadar ölümcül yan etkileri olan bir tane bile bitki kullansaydık, şimdi kimyasal tıp bizi topa tutmuştu. Oysa kimyasal tıbbın tüm tarihi, ölümcül kimyasal zehirlerle doludur.

Allah’a şükür, biz hastalarımıza zehir vermiyoruz.

Yani romatizma sizi öldürmez, ama sözde tedavisinde kullanılan ilaçlar öldürebilir.

Şahin SANDALCIOĞLU
 Uzman Sosyolog-Refleksolog
 +90532 297 92 35

KAYNAKÇA:

Dr.Ümit AKTAŞ

19 Mayıs 2017 Cuma

KOLESTEROL-KOLESTEROL İLAÇLARI YAN ETKİLERİ

KOLESTEROL, YALANLAR VE KOLESTEROL İLAÇLARI

Tıp, yeni araştırmalar ve bu araştırmalardan elde edilen bulgular ışığında sürekli değişen bir bilimdir. Peki, eğer bir doktor okulda,10 sene hatta 20 sene önce öğrendiklerini kanun beller ve yayınları takip etmezse ne olur? Cevap basit: Hastalarını artık geçerliliğini yitirmiş bilgilerle tedavi etmeye kalkışır. Maalesef bu son derece sık rastlanan bir durum.

Bir de bilgiyi bilinçli bir şekilde reddetme söz konusu. Seneler boyunca “Kolesterol öldürür” diyerek neredeyse herkese, hatta küçük çocuklara bile tehlikeli ilaçlar reçete eden doktorlar bunun aksini kanıtlayan yayınları görmezden gelmeyi tercih ediyorlar.
 Neden? Çünkü hastalarını yıllardır yanlış tedavi ettiklerini kabul etmek yerine, yanlışa devam etmek daha kolaydır. Daha da önemlisi ilaç endüstrisi milyonlarca dolar harcayıp geliştirdiği ilaçları satmak ister.

 Tıp camiası ile ilaç endüstrisi arasında çok sıkı bir ilişki olduğu bir sır değil. Birbirini kayırıp kollamak, hoş tutmak üstüne kurulu bir ilişkidir bu ve süregiden düzeni bozmak iki tarafın da işine gelmez.

Lütfen yanlış anlaşılmasın. Her yeni bulguyu değerlendirerek hastalarını en iyi şekilde, daha da önemlisi onlara zarar vermeden tedavi etmeyi ilke edinen doktorlar tabii ki var.
 Ne yazık ki, çoğunlukla meslektaşları tarafından dışlanmayı göze almak zorunda kalan bu hekimlerin sayısı yeterince çok değil. Ama her zaman söylediğim gibi, öyle ya da böyle doğruları uzun süre saklamak mümkün değildir. Kolesterol konusunda da durum farklı değil.

KARALAMA KAMPANYASI

Enflamasyon olan bölgelere tamir için yollanan, adeta vücudun yara bandı olan kolesterolün günah keçisi olarak gösterilmesi çok eskilere dayanıyor. Her şey 1856 yılında kadavraların damarlarında kolesterole rastlayan ve suçlunun bu madde olduğuna kanaat getiren Alman patolog Rudolph Virchow ile başladı.

1903’te Rus bilim insanı Nikolaj Nikolajewitsch Anitschkow, kolesterol zengini gıdalarla beslediği tavşanların damarlarında değişiklikler gözlemlediğini açıklayarak Virchow’un teorisini destekledi. Her şeyden önce o zamanlar kolesterolün sadece besinlerle alındığı düşünülüyordu.
 Ama bugün artık vücutta dolaşan kolesterolün % 70’inin karaciğer tarafından üretildiği biliniyor. Ayrıca, üzerinde çalışma yapılan tavşanların normal şartlarda otobur olduğu ve kolesterol içeren gıdalar tüketmediklerini de hatırlatmak istiyorum.

KOLESTEROL TEORİSİ HORTLADI KALP KRİZLERİ ARTTI

Kolesterolün damarları tıkadığı teorisi ilk olarak bir asır önce ortaya atılsa da, hortlayıp bir fenomene dönüşmesi 1950’lerin sonlarına rastlıyor. Peki, eğer et, yumurta, tereyağı gibi kolesterol zengini gıdalar damarları tıkıyorsa nasıl oluyor da kalp hastalıkları 1960’lar ve 1970’lerle birlikte bir anda son derece dik bir ivmeyle tırmanışa geçiyor? Bir yandan kolesterolü karalama kampanyaları popüler oluyor, diğer yandan kalp krizinden ölümler de beklenmedik bir şekilde artıyor.

Neden? Çünkü insanlar değerli besin kaynaklarından korkup uzaklaşarak daha sıhhatli olduğu iddia edilen moleküler yapısı değiştirilmiş yağlara, margarinlere yöneldi; bol bol ekmek, makarna gibi  karbonhidratlar tüketmeye başladılar. Sonuç ortada.

Hele bir de 1970’lerde kolesterolü düşürmek için geliştirilen statin grubu ilaçların sahneye çıkması ile durum iyiden iyiye vahim bir hal aldı.

Artık aykırı sesler susturulacak, suçun kolesterolde olmadığına işaret eden tüm çalışmalar kösteklenecek, doğru söyleyenler dokuz köyden kovulacaktır. Çünkü büyük yatırımlar yapılmış, onca paralar harcanarak kolesterol ilaçları geliştirilmiştir. Bu noktadan sonra “Kolesterol zararlı değil” diyenin vay haline!

Karalama kampanyasının başladığı 1960’lı yıllardan beri suçlunun kolesterol olmadığını dile getirenler hep oldu, ama maalesef bu ‘aykırı’ sesler kamuoyuna ulaşamadı. Neyse ki, artık bu sesler öyle güçlü ki, statükocu tıp camiası bile duymamış gibi yapıp kafasını öbür yana çeviremiyor.
2013 yılında British Medical Journal’da yayınlanan bir çalışma(1) doymuş yağlarla kalp krizi arasında bir ilişki olduğunu kanıtlayan herhangi bir araştırma olmadığına dikkat çekiyor.

 Aynı çalışma kalp krizi nedeniyle hastaneye kaldırılan hastaların üçte ikisinin kolesterol değerlerinin normal olduğunun da altını çiziyor. Diyelim ki kalp krizi geçirdiniz ve statin grubu bir ilaca başladınız. Beş yıl boyunca her gün bu ilacı aldınız. İstatistiklere göre bu ilacın hayatınızı kurtarma olasılığı nedir biliyor musunuz? 83’te 1. Yani senelerce ilaç kullansanız bile nafile.

AMA DOKTORUNUZ SİZE BUNU SÖYLÜYOR MU? HAYIR.

Peki, olası bir kalp krizini önlemek için kullandığınız ilacın sizi korumadığı gibi, bir de ciddi yan etkileri olduğundan bahsediyor mu? Cevap yine hayır.

STATİN ‘MUCİZESİ’
Karşınıza Lipitor, Ator, Tarden, Kolestor, Saphire Lipitor, Zocor, Zovatin, Lipovas, Simvakol gibi isimlerle çıkan statin grubu ilaçlar, kolesterol üretiminde rol oynayan enzimleri baskılayarak etki ederler.

Dikkatinizi çekerim burada söz konusu olan senede 20 milyar dolar para getiren bir ilaç ailesi. Yılardır hiçbir yan etkisi olmayan mucize ilaçlar olarak pazarlanan, hatta önlem olarak kolesterolü yüksek olmayanlara bile reçete edilen kolesterol ilaçları nedir, ne değildir bir bakalım dilerseniz:
John Reckless adında bir İngiliz doktorun içme suyuna katılmalarını önerdiğine bakmayın, bu ilaçlar hiç ama hiç masum değiller (Evet, şaka gibi ama bir doktor gerçekten de içme suyuna kolesterol ilacı eklemeyi önermiş). Ancak kolesterol ilaçları kesinlikle masum değil!

KOLESTEROL İLAÇLARININ YAN ETKİLERİ

•             Diyabet riskini artırıyorlar
Statin grubu kolesterol ilaçlarının farklı mekanizmalarla diyabet riskini artırdığını gösteren bulgular var. Öncelikle bu ilaçlar insülin direncini ve kan şekerini yükselterek diyabet riskini artırıyorlar.. Statinlerin karaciğerin kolesterol yapma mekanizmasını baskılayarak etki ettiklerini belirttim.
Bu da karaciğerin kana glikoz pompalamasına neden oluyor ve kan şekeri yükseliyor. 2009 yılında yapılan ve iki yıldan daha uzun bir süredir statin grubu ilaçlar kullanan yaklaşık 345.000 hastayla yapılan bir çalışmanın(1) sonuçları bu bilgiyi destekler nitelikte.

•             Katarakt riskini artırıyorlar
2013 yılında yapılan bir araştırma(2) statin grubu kolesterol ilaçlarının katarakt riskini önemli bir oranda artırdığını gösteriyor. Özellikle yaşlıların görme fonksiyonlarını tehdit eden katarakt problemi söz konusu olduğunda, risk kolesterol ilacının kullanım süresiyle doğru orantılı bir şekilde artıyor.

•             Hastalıklara davetiye çıkarıyorlar
Kolesterol, hücrelerin enerji üretiminde, bağışıklık sistemi fonksiyonlarında, yağ metabolizmasında da önemli bir rol oynar. Her ne kadar genel kanı düşük kolesterolün kalp krizi riskini azalttığı yolunda olsa da (50 yıldır insanların beynini yıkarsanız bu olur!) bunu kanıtlayan bir çalışma mevcut değil.
 Ama düşük kolesterolün özellikle enfeksiyonlara yakalanma riskini artırdığını, kalp yetmezliği de dahi olmak üzere birçok hastalığa davetiye çıkardığına işaret eden araştırmalar mevcut. Yani, onlarca senedir aslen sağlıklı olan milyonlarca insanı hasta eden bir tedavi yöntemi mevcut: Kolesterol ilaçları ailesi!
•             Kanser riskini artırıyorlar
Uzun dönem kolesterol ilacı kullananlarda kansere yakalanma riski de artıyor. Özellikle de on yıldan daha uzun bir süredir kolesterol ilacı kullananlarda risk daha fazla.
 Statinlerin bazı kanser önleyici mekanizmaları etkileyerek, meme kanseri, kolon kanseri ve cilt kanserlerine yakalanma riskini artırdığını gösteren çalışmalar(3) (4)  var. Dünya nüfusunun çoğunun yıllardır kolesterol ilacı kullandığı düşünülecek olursa bu araştırmalar için katılımcı bulmak hiç de zor olmasa gerek.
•             Unutkanlık, hatta bunamaya neden oluyorlar
Öyle ki bu konu hakkında yazılmış bir kitap bile var: Lipitor: Thief of Memory (Lipitor: Hafıza). Lipitor,  kolesterol düşürücü ilaçların en çok kullanılanlarından biri;  kitabın yazarı Dr. Duane Graveline ise bir statin mağduru. Senelerdir kolesterol ilacı kullanan Graveline, geçici bir hafıza kaybına uğradıktan sonra emekli oluyor ve kendisini statin grubu ilaçların yan etkilerini araştırmaya adıyor. Kendisi bu anlamda ne ilk ne de son. FDA’in MedWatch sitesine bu ilaçlar yüzünden hafıza kaybı ve bunama gibi sorunlar yaşayan binlerce vaka bildirilmiş.

Kolesterolün yaşamsal bir madde olduğunu belirtmiştim. Beyin fonksiyonları için de gerekli olan kolesterolü düşürmeye kalkışırsanız olacağı budur. Vücuttaki tüm kolesterolün % 25’inin beyinde bulunduğunu da bir dipnot olarak düşmek istiyorum. Yani beyninizin neredeyse %40'ı kolesterolden oluşuyor.

OYUNBOZAN GERÇEKLER

Ortada kara mizah unsurları ağır basan bir senaryo var. Aslında ilaç endüstrisi için son derece bildik, alışıldık bir hikâye: Sağlıklı yaşamın önemli yapıtaşlarından birini hedef tahtasına koyun. Sonra tüm gücünüzle saldırıya geçin.

 Önce bu değerli maddenin var olduğu besinleri yasaklayın. Ardından vücuttaki üretimini baskı altına alan bir ilaç geliştirin. Sonuç mu? İlaç tröstleri ilacın üstünden büyük paralar kazansın, doktorlar ilacı ayakta alkışlasın ve önlerine gelene reçete etsinler. Hapı yutan ise maalesef yine siz olun…
Senelerdir kimse yumurta yemedi, kırmızı etten korktu. Peki, ne oldu?  Kalp hastalıkları azaldı mı? Hayır. Aksine arttı.

Peki, milyonlarca, hatta milyarlarca kişinin kullandığı bu ilaç (ya da ilaç grubu) işe yarıyor mu? Kalp ve damar hastalıklarında herhangi bir azalma söz konusu mu? Yok.
Ama maalesef karşısına gelen her hastaya hâlâ kolesterol ilacı yazan doktorlar var! Hem de yukarıda bahsettiğim tüm bulgulara rağmen!

SUÇLU ŞEKER

Peki, kalp krizinin ardındaki esas suçlular kim? Sigara, hareketsiz bir yaşam, insülin direnci ve diyabet. Sigara ve hareketsiz bir yaşamın damarlar üstündeki etkisi aşikâr.
 Ama eğer bir besin grubundan korkacaksanız etten, yumurtadan değil, kan şekerinizi fırlatan, insülin direncine neden olan ve sizi Tip 2 Diyabet yolcusu yapan ekmek, börek, çörek, baklava, pide, pizza, makarnadan korkun. Kalp ve damar hastalıklarının en önemli nedenlerinden biri işte bu yiyeceklerdir.
50 yıldır kolesterolün zararları üstüne felaket tellallığı yapılmasına rağmen, kolesterol ile kalp krizi arasında bir ilişki olduğunu gösteren doğru dürüst tek bir çalışma olmadığını yazının başında belirttim.

 Ama bilimsel yayınlar insülin direnci ve diyabetle kalp-damar hastalıkları arasında önemli bir korelasyon olduğunu kanıtlayan araştırmalarla(5) (6)  dolu.  Kolesterol ilaçlarının insülin direncini ve diyabet riskini artırdığı düşünülecek olursa, demek ki kalp krizi geçirmemek için bu ilaçları kullananlar aslında kalp krizine davetiye çıkarıyorlar.
Her zaman söylüyorum; doğru beslenir, hareketli bir yaşam sürerseniz Tip 2 Diyabet tamamen tedavi olan bir sağlık sorunudur.

 Bu ne demek? Doğru yaşam seçimleriyle şeker problemini kontrol altına almak, dolasıyla da kalp ve damar hastalıklarından korunmak mümkün. Yani çözüm, yarım yüzyıldır söylendiği gibi kolesterolü düşürmekte değil insülin direnciyle, diyabetle savaştan geçiyor.
Yağdan korkmayın, şekerden ve buğdaydan korkun!

Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
0532 297 92 35

Kaynakça:
Dr: Ümit AKTAŞ

1 “Saturated fat is not the major issue” Aseem Malhotra, British Medical Journal, BMJ 2013; 347:f6340

2 “Association of Statin Use With CataractsA Propensity Score–Matched Analysis” essica Leuschen, MD1,2; Eric M. Mortensen, Christopher R. Frei, Eva A. Mansi, JAMA, Ophthalmology, 2013, Volume 131, No.11, 1427-1434

3 “Statins Do Not Protect Against Cancer: Quite the Opposite” Uffe Ravnskov, MD, PhD, Magle Stora Kyrkogata, JCO Journal of Clinical Oncology,Mar 1, 2015:812;

4 “The Role of Cholesterol in Cancer” Omer F. Kuzu, Gavin P. Robertson, AACR Publications, 10.1158/0008-5472.CAN-15-2613 Published 15 April 2016

5  “Insulin Resistance and Cardiovascular Disease” Samy I. McFarlane, Maryann Banerji, and James R. Sowers - The Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, Volume, Issue 2, 2010 


6 “Insulin resistance and hyperglycaemia in cardiovascular disease development” Markku Laakso, Johanna Kuusisto Nature Reviews Endocrinology, 2014 10, 293–302

18 Mayıs 2017 Perşembe

D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ VE HASTALIKLAR

D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ VE HASTALIKLAR

GÜNEŞ DEĞİL GÜNEŞSİZLİK HASTA EDER!

Maalesef güneşle olan şifa dolu ilişkimiz bir karalama kampanyasına kurban edilmiş durumda. Senelerdir güneşten uzak durmanın bedelini D vitamini eksikliği ve beraberinde kapımızı çalan amansız hastalıklarla ödüyoruz.

SİZE ÖNERİM, YAZ AYLARININ BU SON TATİLİNDE SAĞLIĞINIZ İÇİN ÖNEMLİ BİR ADIM ATIN VE GÜNEŞLENİN!

Kimse koruma faktörü 30, hatta 50 olan koruyucular olmadan kumsala gitmez oldu. Maalesef sağlık için son derece vahim sonuçları olan bir karalama kampanyası ile karşı karşıyayız. Söylenenin tam aksine, asıl güneş değil güneşsizlik adamı hasta eder!

Son yıllarda giderek artan kanser vakalarının ardında yatan önemli faktörlerden birinin güneş fobisi olduğunu gösteren birçok araştırma var. İlginç ama yaklaşık 30 sene önce bu fobinin tohumları atıldığında amaç insanlığı cilt kanserinden korumaktı.

Gelin görün ki cilt kanseri azalmadı, aksine tüm kanserler patladı! Neden? Çünkü onca yıl boyunca D vitamininin hayati önemi ve insan vücudunun D vitamini sentezlemek için güneş ışınlarına ihtiyaç duyduğu gerçeği göz ardı edildi.

Kliniğime gelen hastalarımda ilk kontrol ettiğim değerlerden biri D vitaminidir. Neredeyse hepsinde bu değerin son derece düşük olduğunu söyleyebilirim. Besinlerimizde eskisi kadar D vitamini olmadığını sık sık dile getiriyorum.

 Bu da yetmezmiş gibi bir de üstüne güneş fobisi eklenince durum iyice vahim bir hâl aldı. D vitamini aslında vitamin değil, güneşle aktive olan bir hormondur. Dilediğiniz kadar D vitamini zengini beslenin teniniz güneş görmezse nafile. Bunun aksi de doğru. Yani, istediğiniz kadar güneşlenin eğer diyetinizde yeteri kadar D vitamini yoksa yine nafile! Söz konusu olan öyle önemli bir hormon ki, yaklaşık 3000 geni etkilediği biliniyor. Bu sayı da tüm genlerimizin % 10’u anlamına geliyor.

2006 yılında, D vitamini ve kanser arasındaki ilişkiyi araştıran son derece kapsamlı bir araştırma(1) yapıldı. Bu çalışmanın sonunda sadece D vitamini rezervlerini dolu tutarak kansere karşı  % 60 oranında koruma sağlandığı ortaya çıkmış.

 Bu ne demek? Aralarında pankreas, yumurtalık, prostat, akciğer ve cilt kanserlerinin de olduğu 16 kanser türüne karşı en etkili savunmanız D vitamini rezervinizi dolu tutmaktan geçiyor. Bu arada ironiye dikkatinizi çekmek istiyorum. Cilt kanseri olmamak adına güneşten bucak bucak kaçarak neredeyse tüm kanserlere davetiye çıkardık; üstelik bunların arasında cilt kanseri de var! 

Güneş Girmeyen Eve Doktor Girer!

En değerli D vitamini kaynağından mahrum kalmanın sonuçları tabii ki sadece kanserle sınırlı değil. Güneşsiz bir yaşam birçok hastalığa, rahatça serpilip, büyüyebilecekleri bir ortam sunar. “Güneş girmeyen eve doktor girer” diye bir atasözümüz vardır.
 Binlerce yıllık bilgi birikiminin bilge bir özeti olan bu atasözünü biraz açalım dilerseniz:

GÜNEŞ OLMAZSA…

•             Bağışıklık sisteminiz çöker
•             Depresyona girersiniz(2)
•             Kanser olursunuz
•             Osteoporoz olursunuz
•             Çocuğunuzun kemikleri gelişemez
•             Tansiyon hastası olursunuz
•             Kalp krizi geçirirsiniz
•             Romatizma hastası olursunuz

Size bu yıl Mart ayında Journal of Internal Medicine’da yayınlanan bir çalışmadan(3) bahsetmek istiyorum. İsveçli bilim insanları, yaşları 25 ile 64 arasında değişen 26.000 kadının güneşlenme alışkanlıklarını 20 yıl boyunca incelemişler.

 Çalışmanın amacı ise güneşle ilgili risk faktörlerinin bir karşılaştırmasını yapmakmış. Özellikle açık tenlilerde çok fazla güneşlenmenin ölümcül bir cilt kanseri olan melanoma riskini artırdığı biliniyor -zaten senelerdir maruz kaldığımız bu güneş karşıtı kampanyanın çıkış noktası da budur.

 Peki, güneşten kaçarak cilt kanseri riskini azalttığınızı varsayalım, ya D vitamini eksikliğinden kaynaklanan diğer risk faktörleri nedir? Çalışmanın sonucunda, düzenli olarak güneşlenen kadınların daha uzun bir yaşam sürdüğü; güneşten kaçanların ise kalp krizi ve kanserden ölme riskinin önemli oranda artığı görülmüş.
 Hatta bir de not düşmüşler: “Güneşten mahrum kalmak en az sigara içmek kadar tehlikelidir.”

GÜNEŞLE İLGİLİ YENİ BULGULAR

Güneşle ilgili pek bilinmeyen bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. 2013 yılında yapılan bir araştırmaya(4) göre, güneş ışınları cilde değdiğinde vücut sadece D vitamini sentezlemiyor aynı zamanda sisteme nitrik oksit de salınıyor.

Bu önemli molekülün marifetlerinden biri damarların gevşemesini ve kan akışının sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesini sağlamaktır. Yani vücutta yeterli miktarda nitrik oksit varsa yüksek tansiyon probleminiz olmaz, dolayısıyla da kalp krizi geçirme riskiniz önemli oranda azalır.

 D vitamini seviyeniz düşükse ve güneşten etkin bir şekilde faydalanamıyorsanız, D vitamini takviyesi almak, diyetinizde D vitamini zengini gıdalara yer vermek son derece akılcı bir yaklaşım. Ancak güneşle temasın daha önce bilinmeyen faydaları ortaya çıktıkça, hiçbir takviyenin güneşin yerini tutamayacağı daha da iyi anlaşılıyor.
 Bu araştırmanın bir dermatoloji dergisinde yayınlanmış olması da son derece manidar.

GÜNEŞİ BALÇIKLA SIVAYAMAZSINIZ!

Tabii ki, 30 yıldır devam eden karalama kampanyasından sonra çıkıp “Biz büyük bir hata yaptık” demek kimsenin işine gelmiyor. Ama her zaman söylediğim gibi güneşi balçıkla sıvayamazsınız. Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar, çıkıyor da.

Aslında güneşin ve güneşle temasta vücut tarafından sentezlenen D vitaminin önemi öyle yeni bir bilgi değil. Mesela tüberkülozu ele alalım. Ta 1903’de İsviçreli bir bilim insanı tüberkülozu güneş terapisi ile tedavi etmede büyük bir başarı sağladı.
 Bu yaklaşımı tüberküloz tedavisinde hâlâ altın standart olarak kabul ediliyor. Hele hele kemiklerin iyi gelişmemesinden kaynaklanan raşitizm hastalığı ile güneş arasındaki ilişki daha 17. yüzyılın ortalarında bile biliniyordu. İnsanlık tarihinin ortak hafızasını, bilgi birikimini yok sayarak, güneşi düşman etmek tam anlamıyla bir saçmalıktır.

GÜÇLÜ BİR BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ İÇİN GÜNEŞ

Kanserden gribe tüm hastalıklara karşı en etkili savunma silahınızın güçlü bir bağışıklık sistemi olduğunu biliyorsunuz. Peki, güçlü bir bağışıklık sistemi için D vitaminine ihtiyacınız olduğunu biliyor musunuz? D Vitaminin bağışıklık sistemini aktive ettiği ilk olarak 2010 yılında Kopenhag Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma(5) sonucu ortaya kondu.

 Nature Immunology dergisinde yayınlanan çalışma bağışıklık sisteminin en güçlü savunma mekanizması olan T hücrelerinin harekete geçmesi için D vitaminine ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu. Yani bu vitamin olmadığında savaşçı T hücreleri faaliyete geçemiyordu.
Gördüğünüz üzere senelerdir hem siz hem de çocuklarınızın sağlığı için elzem olan bir şifa kaynağından mahrum bırakıldınız!  Bunun hesabını kim, nasıl verecek bakalım?

GÜNEŞTEN FAYDALANMA KILAVUZU

Öncelikle şunu bilmelisiniz: Sadece güneşlenmeniz yetmez, mutlaka gıdalarla da D vitamini almalısınız. Gıdalarla alınan D vitamini aktif formda değildir. Güneş, aktif olmayan D vitamininin aktif hale geçmesini sağlar.

Kanser ve depresyon vakalarının artışının bir sorumlusu da senelerdir güneşten köşe bucak saklanmanızı öğütleyen kimyasal tıptır. Sonuçlar ortada: Kötü beslenmenin üstüne bir de güneşi düşman belleten bir beyin yıkama eklenince, D vitamini rezervleri boşaldı ve kanserden depresyona tüm hastalıklar artışa geçti. Önce bildiklerinizi unutun. Güneş değil güneşsizlik hasta eder!
Söylediklerimi çarpıtmak için tetikte bekleyenlere not: Kimseye gidin marsık gibi yanın, kavrulun demiyorum. Sadece günde 20-30 dakika güneşlenmek besinlerle aldığınız D vitamininin sentezlenmesi için yeterlidir.

Hangi saatte güneşlendiğiniz önemlidir. Güneşin tepede dik olduğu saatlerde UV B ışınları gelir ve D vitamini sentezini sağlayan, işte bu UV B ışınlarıdır.

 Güneşin yatay geldiği saatlerde ise, UV A ışınları gelir. UV A ışınları D vitamini sentezlemez ve kanserojendir. Yani, vücudunuzda D vitamini sentezlensin istiyorsanız, güneşin tepede dik olduğu saatlerde; gölgeniz boyunuzdan kısa iken güneşlenmelisiniz. (11-13arası)
Vücudunuza sürdüğünüz o kimyasallarla dolu güneş koruyucularla güneşten D vitamini falan alamazsınız. Çünkü D vitamini yağda çözünür ve siz vücudunuza yağları sürüp güneşlendikten sonra duşa girince vücudunuzdan akar gider.

 Sürdüğünüz kimyasalların cildinize vereceği zarar da çabası… Güneşten ancak ve ancak teninize hiçbir şey sürmeden faydalanabileceğinizi unutmayın.
Güneşlendikten sonra sakın hemen duş almayın. Vücudunuza vitamini sentezlemesi için bir süre verin.
D vitamini rezervlerinizi doldurmak için iki faktör bir arada olmalı: Hem D vitamini açısından zengin bir diyet hem de güneş.
İdeal D vitamini değeri 80-150 ng/ml olmalıdır. 

HEPİNİZE BOL GÜNEŞLİ, SAĞLIKLI VE KEYİFLİ BİR TATİL DİLİYORUM.

Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
+90532 297 92 35

KAYNAKÇA:
Dr.Ümit AKTAŞ

1 “Vitamin D supplementation reduces cancer risk: results of a randomized trial” Joan M Lappe, Dianne Travers-Gustafson, American Society for Clinical Nutrition, Am J Clin Nutr June 2007 vol. 85 no. 6 1586-1591

2 “Suicidal patients are deficient in vitamin D, associated with a pro-inflammatory status in the blood” Grudet, C.Malm, J.Westrin, Psychoneuroendocrinology, 2014.50:p. 201-9

3 “Avoidance of sun exposure as a risk factor for major causes of death: a competing risk analysis of the Melanoma in Southern Sweden cohort” P.G. Lindqvist, E. Epstein, K.Nielsen Journal of Internal Medicine March 16, 2016 DOI: 10.1111/joim.12496 

4 “UVA lowers blood pressure and vasodilates the systemic arterial vasculature by mobilisation of cutaneous nitric oxide stores" D Liu, BO Fernandez, NN Lang, JM Gallagher, DE Newby, M Feelisch and RB Weller; Journal of Investigative Dermatology on  (2013) 133, S209–S221, abstract no 1247


5 “Vitamin D controls T cell antigen receptor signaling and activation of human T cells” Marina Rode von Essen,  Martin Kongsbak, Peter Schjerling, Klaus Olgaard, Niels Ødum, Carsten Geisler, Nature Immunology

19 Mart 2017 Pazar

SAĞ VEYA SOL EL KULLANIMININ NEDENLERİ


SAĞ VEYA SOL EL KULLANIMININ NEDENLERİ

Şimdiye kadar sağ veya sol el kullanımının nedenini beyinde bulacağımızı düşünüyorduk, oysa aradığımız cevap belki de daha aşağılarda, omurilikte olabilir.
Dr. Sebestian Ocklenburg’in önderliğinde, Judith Schmitz ve Prof. Dr. H. C. Onur Güntürkün’den oluşan ekibin yaptığı araştırmanın sonuçları bu yönde.

Hollanda ve Güney Afrika’daki meslektaşlarıyla birlikte, Ruhr-Universität Bochum’den biyopsikologlar omurilikteki gen aktivitesinin anne rahmindeyken bile asimetrik olduğunu söylüyorlar. Sağ veya sol el tercihimizin başlangıcı da muhtemelen bu asimetri olabilir.
Ekip, çalışmalarını eLife dergisinde yayınlayarak sonuçların beyin yarılarının simetrik işlevlere sahip olmamasının sebebi hakkındaki düşüncelerimizi değiştirdiğini de belirtiyor.
Judith Schmitz ve Sebastian Ocklenburg © RUB, Marquard

İLK TERCİH RAHİMDE;

Günümüze kadar sağ ve sol beyin yarımkürelerindeki gen aktivitesinin farklılığının, hangi elimizi aktif olarak kullandığımızı belirlediğini düşünülüyordu.  1980’lerde yapılan ultrasonlara göre, sağ veya sol el tercihi anne rahmindeyken hamileliğin sekizinci haftasından itibaren başladığı düşünülüyordu.

Hamileliğin 13’üncü haftasından itibaren doğmamış çocuklar, sol ya da sağ el başparmaklarını emmeyi tercih ediyorlar. El ve kol hareketleri beyindeki motor korteksi tarafından başlatılıyor.
Omuriliğe sinyal gönderiyor ve komut harekete dönüşüyor. Fakat motor korteksi başlangıçta omuriliğe bağlı olmuyor.

Bağlantı oluşmadan önce bile sağlak veya solak olmanın işaretlerini beliriyor. Araştırmacılar bu sebeple sağ veya sol el kullanımının kökünün beyin yerine omurilikte olduğunu düşünüyorlar.

ÇEVRESEL FAKTÖRLERİN ETKİSİ;

Araştırmacılar, omurilikteki gen ifadesini hamileliğin 8’inci haftasından 12’inci haftasına kadar analiz ettiler ve sağ-sol farklılıklarını 8’inci haftada gerçekleştiğini gözlemlediler.
Bu farklılıklar, tam olarak omuriliğin kolların ve bacakların hareketlerini kontrol eden bölümlerinde görüldü. Başka bir çalışma da, doğmamış çocukların bu kadar erken bir zamanda asimetrik el hareketlerini gösteriyordu.

Araştırmacılar ayrıca asimetrik gen aktivitesinin izini sürerek bu durumun kökünde epigenetik faktörlerin olduğu sonucuna ulaştılar.

 Bu da çevresel etkilerin olduğuna ilişkin bir işaret olarak görülüyor. Tüm bu etkiler,  enzimlerin DNA’ya metil gruplar eklenmesine ve sonuç olarak gen okumasının en düşük seviyeye çekilmesine yol açabilir.
Bu durum sağ ve sol omurilikte farklı boyutlarda gerçekleştiği için, her iki tarafta da genlerin aktivitesinde bir farklılık var.

Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
+90532 297 92 35

KAYNAKÇA:

Orijinal Çalışma: Sebastian Ocklenburg et al.: Epigenetic regulation of lateralized fetal spinal gene expression underlies hemispheric asymmetries, in: eLife, 2017, DOI:10.7554/eLife.22784

14 Şubat 2017 Salı

SEROTONİN VE DEPRESYON

KONU DEPRESYON VE ANTİDEPRESAN İLAÇLAR OLUNCA, SIK SIK SEROTONİN İSMİNİ DUYUYORUZ. PEKİ, NEDİR BU SEROTONİN HORMONU? MUTLULUK HORMONU OLARAK TANITILAN SEROTONİN VE DEPRESYON ARASINDA NASIL BİR BAĞLANTI VAR?

Serotonin bir nörotransmitterdir. Yani sinir hücreleri arasında elektrik sinyallerini taşımakla görevlidir.

Resimde iki sinir hücresi arasındaki parlak noktalar serotonin gibi nörotransmitterleri temsil etmektedir. Bunlar bir sinir hücresinden aldıkları elektrik sinyalini diğerine aktararak, beynin çalışmasında hayati rol oynarlar.

Serotonin beyinde salgılanır ve vücudun çeşitli noktalarında üretilir. Genelde merkezi sinir sisteminde ve mide-bağırsak kanalında bulunur.

Merkezi sinir sistemindeki serotonin ruh hâlini, uykuyu, iştahı, öğrenmeyi, hafızayı, cinsel ve sosyal davranışları düzenlemeye yardım eder.

Mide-bağırsak kanalındaki serotonin ise sindirimi düzenlemekle görevlidir. Serotonin azında depresyon, fazlalığında manik depresyon.

SEROTONİN VE DEPRESYON

Serotonin eksikliği şu üç nedenle oluşabilir;

Beyin hücrelerinde üretimin az olması, reseptör bölgelerinin yetersiz olması ya da serotonin yapımında kullanılan triptofan maddesindeki eksiklik.

(Triptofan (Trp,W) proteinleri oluşturan 20 aminoasitten biridir. Genetik kodu UGG'dir. Nonpolar bir aminoasittir. İndol halkası içerir. Esansiyel bir aminoasittir. Glukojenik ve ketojenik aminoasittir. Piruvat ve asetil KoAüzerinden yıkılır.Yapısında bulunan indol halkası çeşitli bileşiklerin yapısına katılır. Bunlar serotonin ve melatonindir. Karaciğerde triptofan yıkımı ile nikotinik asit sentezlenir.)

Bu üç biyokimyasal bozukluktan biri meydana geldiğinde, depresyon, obsesif kompulsif bozukluk, anksiyete bozukluğu, panik ve hatta aşırı asabiyet ortaya çıkabilir.



Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
+90532 297 92 35



Kaynakça: R. Young, A. E. El-Khoury: Human amino acid requirements: A re-evaluation In: The United Nations University Press - Food and Nutrition Bulletin 17(3); Sept 1996


Prof. Dr. Oğuz BERKSUN