Astımın temel özelliği aile içinde aktarılma eğiliminde olmasıdır. Bu eğilim, sarı saçlı ya da mavi gözlü olmak kadar belirgin olmasa da, kanser ya da alkolizmden kesinlikle daha fazladır.
Bir şeyin irsi olması genellikle arka planda genetiğin rol oynadığının göstergesidir, ancak astımın kalıtımı, yatkınlık sağlayan genler kadar ailelerin aynı küflü evi paylaşmaları ile de yakından ilgilidir.
Genlerin gerçekten de işe karışıp karışmadıklarını görmenin tek yolu onları saptamak ve nasıl çalıştıklarını ortaya koymaktan geçer. Hastalığın görüldüğü aile üyelerininin paylaştığı genlerin pek çok kez taranmasıyla, genomda sürekli beliren yarım düzine bölge ortaya çıkarılmıştır ve diğer bir düzine kadar bölge de şüphelenmemize yol açacak şekilde kendini göstermektedir.
Astımın da, diyabet gibi, onlarca genetik varyantın karmaşık birlikteliğinin etkilediği bir hastalık olduğu sonucuna varılmıştır.
Ne yazık ki, astımlı akrabaların paylaştığı kromozom bölümlerindeki genlerin kimliklerini henüz bilmiyoruz. Deyim yerindeyse genetik teröristlerin varlığı, mahalle ölçeğinde saptanmıştır, ancak asıl suçluların bulunması için kapı kapı dolaşmak gerekecektir.
Bunun mümkün olduğunun örneği ADAM33'tür. Genom Terapi Şirketi (Genome Therapeutics Corporation) gibi tehditkar bir ad verilen kuruluşta yer alan bir araştırma ekibi yüzlerce İngiliz ve Kuzey Amerikalı ailede bu genin izini sürmüştür.
Bazı kimseleri astıma duyarlı kılan genetik versiyonun hangi bakımdan farklı olduğu henüz açıklığa kavuşmamış, kaçımızın risk altında olduğu belli değildir zira hastalığa yol açan gendeki SNP sayısı bilinmektedir (SNP'lerin DNA'daki tek bir harfe ilişkin, kolaylıkla göze çarpmayan değişiklikler-tekli nükleotid polimorfizmleri-olduğunu ve bunların genomlarımıza saçılmış durumda bulunduğunu hatırlayın).
Üstelik genin hangi biçimine sahip olacağınızı bilmenin nasıl bir fayda getireceği de belirsizdir, çünkü yaratılan bağıl risk son derece küçüktür. Bütün astım vakalarının ancak küçük bir yüzdesini izah edebilmektedir.
ADAM33 bakımından ilginç olan nokta, sorunlu nefes alma biyolojisinin yangından son derece farklı bir tarafına dikkatimizi çekmesidir. Bunu nedeni genin makas gibi iş gören bir molekül çifti kodlamasıdır.
Teknik ifadeyle söylersek kodlanan, çinko-bağımlı, hücreler arası bölgede iş gören metalloproteinazdır ve bu molekül bronşiyal düz kaslarda ve akciğer epitel hücrelerinde kendini göstermektedir. Kabaca söylersek, bu gen kişinin solunum yollarının esnek olmasını sağlamaktadır.
Astımlarda kronik yangı sonucunda solunum yolları kalınlaşır, havanın akciğerlere taşındığı geçitler daralır ve solunum yollarındaki kasların esneme ve kasılmaları da engellenir. Böylece bu kas zayıflar. Akciğer kapasitelerini arttırmak için astımlıların egzersiz yapması bu nedenle önemlidir.
Yangı aynı zamanda solunum yollarının içini kaplayan dokuda bölgesel hasarlar yaratmaktadır ve bu nedenle de vücut akciğerleri yeniden yapılandırmak zorunda kalır. İşte bu noktada ADAM33 gibi, hücreler arası bölgede iş gören proteinazlar büyük önem kazanır; esneklik ile sertlik arasında uygun bir dengenin kurulmasını sağlarlar.
Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
0532 297 92 35
Kaynakça;
1: P.van Eerdeweg et al. (2002) Nature 418:426-430 "Association of the ADAM33 gene with asthma and bronchial hyperresponsiveness.
2: Shi, W.,S.Bel-lusci, and D. Warburton (2007) Chest 132: 651-656 "Lung development and adult lung disease"
3: Prof.Dr. Greg GİBSON
Refleksoloji ve Masaj
Sosyoloji mezunu olup; Refleksoloji ve Masaj mesleğinde öğrendiğim bütün pratik ve teorik bilgileri MEB - Gençlik ve Spor Bakanlığı sertifikam ile en iyi şekilde uygulamaya gayret gösterip, Mevcut bilgilerimi arttırmak için durmadan yenilik ve değişiklikleri takip edip araştırmaktayım. Bay-bayan ayrımı yapmadan hangi mekânda olursa olsun mesleğimi uzun yıllardan beri en iyi şekilde uygulamaktayım.Refleksoloji ve Masaj Uzmanı Şahin SANDALCIOĞLU +90532 297 92 35
18 Haziran 2017 Pazar
26 Mayıs 2017 Cuma
KONUŞMA BOZUKLUĞU - KONUŞMA BOZUKLUĞU TEDAVİSİ İZMİR
KONUŞMA NASIL OLUR - KONUŞMA BOZUKLUĞUNDA REFLEKSOLOJİNİN YERİ
Konuşma ve dil, vücuttaki birçok farklı organ ve yapının işlevine bağlıdır. Bu işlevlere göre organlar üç gruba ayrılabilir;
dil üretiminin planlanması ve kas denetimi için sinir sistemi unsurları; işlenmemiş sesin çıkarılması için solunum sisteminin bir kısmı ve gırtlak;
konuşmanın ünlüleriyle ünsüzlerinin oluşturulması, belirginleştirme için ağız bölgesi.
Beynin içinde, genellikle sol yarıkürede iki özel dil bölgesi vardır; bunlar, Broca bölgesi ve Wernicke bölgesi olarak adlandırılır.
Wernicke bölgesi, dilin anlaşılmasıyla ilgiliyken, Broca bölgesi dilin ifade etme boyutuyla ilgilidir. Bu bölgeler, beyin kabuğu aracılığıyla hareket ederek beyin sapındaki sinir hücrelerinin etkinliklerini denetler ve böylece seslendirme ve belirginleştirmeyi sağlar.
Beynin arka kısmındaki beyincik de, belirginleştirmede önemli bir yol oynar.
İşlenmemiş ses, akciğerlerdeki havanın gırtlak aracılığıyla çıkarılmasıyla oluşur. Gırtlakta iki ses teli vardır; ses telleri, nefes alırken birbirinden ayrılır, konuşma sırasındaysa tekrar bir araya gelir.
Ses telleri bir araya geldiğinde ve aralarından hava geçtiğinde titreşmeye başlarlar, tıpki bir arada tutulan ve aralarına hava üflenen iki yaprağın titreşmesi gibi.
Bu işlenmemiş ses, ses tellerinin gerilimini ya da uzunluğunu arttırarak ya da azaltarak değiştirilebilir.
Ünlü sesler ("a" ya da "o" gibi), titreşen ses tellerinin yukarısından dışarı üflenen havanın şeklini değiştirmesiyle oluşturulur.
Bu işlem, yumuşak damak, dil ve dudakların son derece eşgüdümlü bir şekilde hareket ettirilmesiyle yapılır.
Ünsüzlerin büyük bir kısmı, hava akışının geçici olarak kesilmesiyle çıkarılır. Ünsüzler, genellikle kullanılan hava geçidi kısmına göre adlandırılır. Böylece dudak ünsüzleri (b,m,p),dudakların bir araya getirilmesiyle; diş ünsüzleri (d,n,s,t,z), dili dişe dokundurarak; diş dudak ünsüzleri (f,v), alt dudağın üst dişlere dokunmasıyla; dişeti damak ünsüzleri (c,ç,j,ş), dil ucunun üst dişlerine ve damağa yaklaşmasıyla çıkarılır.
Refleksolojinin Yeri;
Merkez sinir sistemine çeşitli yöntemlerle gönderilen duysal uyarıların refleks olarak motor yanıt oluşturduğu bilinmektedir. Refleksoloji uygulaması uzmanların çoklu araştırma prensibine dayanan ve ilgili sinir uçlarına manüel bası ile uygulanan terapilerdir.
Refleksoloji ile; Beynin sağlam bölgeleri hasarlı bölgelere ait fonksiyonları üstlenmesine, yeni sinapslar oluşmasına yardımcı olunur ve beyindeki nöronlar yeniden organize olurlar, buna bağlı olarak bazı fonksiyonlar kısmen kazanılmaktadır.
Bu sürece nöronal plastisite denmektedir. Refleksoloji ile konuşma merkezine yapılan çalışma ile anlaşılabilir konuşmayı sağlamaktır. Refleksoloji tüm dünyaca kesinlik kazanmış ve uygulama yelpazesi günden güne artış göstermiştir.
Sağlık Ayaklarınızın Altında...
Toksinlerden arınmanın alternatif yolu...
El ve ayaklardaki refleks noktalarına uygulanan özel ovma hareketleri sayesinde toksinlerden arınmış bir bedene kavuşmak mümkün.
Ellerimizin sadece tutmamızı, ayaklarımızın da yürümemizi sağlayan organlar olduğunu düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içerisindesiniz demektir.
El ve ayaklar işlevlerinin dışında, aynı zamanda bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktalarına sahip birer organ. Çin'de akupunkturun geliştiği zamanlarda doğduğu sanılan, günümüzde artık Sağlık Bakanlığınca 2014 yılında resmî gazetede yayımlanarak tamamlayıcı tıp adı altında; Batı'da da uygulanan refleksoloji, ayaklardaki refleks noktalarına uygulanan bir baskı tekniği. Refleks noktalarına basınç uygulanmasıyla vücuttaki sinirler ve kan dolaşımı uyarılıyor, böylece iyileşme ve fiziksel fonksiyonlarda denge sağlanıyor.
Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
0532 297 92 35
KAYNAKÇA:
Prof.Dr. David TRACEY
Prof.Dr. Peter BAUME
Prof.Dr. Kurt H. ALBERTİNE
Prof.Dr. Laurence GAREY
Prof.Dr. Frederick ROST
Prof.Dr. Phil WAİTE
Konuşma ve dil, vücuttaki birçok farklı organ ve yapının işlevine bağlıdır. Bu işlevlere göre organlar üç gruba ayrılabilir;
dil üretiminin planlanması ve kas denetimi için sinir sistemi unsurları; işlenmemiş sesin çıkarılması için solunum sisteminin bir kısmı ve gırtlak;
konuşmanın ünlüleriyle ünsüzlerinin oluşturulması, belirginleştirme için ağız bölgesi.
Beynin içinde, genellikle sol yarıkürede iki özel dil bölgesi vardır; bunlar, Broca bölgesi ve Wernicke bölgesi olarak adlandırılır.
Wernicke bölgesi, dilin anlaşılmasıyla ilgiliyken, Broca bölgesi dilin ifade etme boyutuyla ilgilidir. Bu bölgeler, beyin kabuğu aracılığıyla hareket ederek beyin sapındaki sinir hücrelerinin etkinliklerini denetler ve böylece seslendirme ve belirginleştirmeyi sağlar.
Beynin arka kısmındaki beyincik de, belirginleştirmede önemli bir yol oynar.
İşlenmemiş ses, akciğerlerdeki havanın gırtlak aracılığıyla çıkarılmasıyla oluşur. Gırtlakta iki ses teli vardır; ses telleri, nefes alırken birbirinden ayrılır, konuşma sırasındaysa tekrar bir araya gelir.
Ses telleri bir araya geldiğinde ve aralarından hava geçtiğinde titreşmeye başlarlar, tıpki bir arada tutulan ve aralarına hava üflenen iki yaprağın titreşmesi gibi.
Bu işlenmemiş ses, ses tellerinin gerilimini ya da uzunluğunu arttırarak ya da azaltarak değiştirilebilir.
Ünlü sesler ("a" ya da "o" gibi), titreşen ses tellerinin yukarısından dışarı üflenen havanın şeklini değiştirmesiyle oluşturulur.
Bu işlem, yumuşak damak, dil ve dudakların son derece eşgüdümlü bir şekilde hareket ettirilmesiyle yapılır.
Ünsüzlerin büyük bir kısmı, hava akışının geçici olarak kesilmesiyle çıkarılır. Ünsüzler, genellikle kullanılan hava geçidi kısmına göre adlandırılır. Böylece dudak ünsüzleri (b,m,p),dudakların bir araya getirilmesiyle; diş ünsüzleri (d,n,s,t,z), dili dişe dokundurarak; diş dudak ünsüzleri (f,v), alt dudağın üst dişlere dokunmasıyla; dişeti damak ünsüzleri (c,ç,j,ş), dil ucunun üst dişlerine ve damağa yaklaşmasıyla çıkarılır.
Refleksolojinin Yeri;
Merkez sinir sistemine çeşitli yöntemlerle gönderilen duysal uyarıların refleks olarak motor yanıt oluşturduğu bilinmektedir. Refleksoloji uygulaması uzmanların çoklu araştırma prensibine dayanan ve ilgili sinir uçlarına manüel bası ile uygulanan terapilerdir.
Refleksoloji ile; Beynin sağlam bölgeleri hasarlı bölgelere ait fonksiyonları üstlenmesine, yeni sinapslar oluşmasına yardımcı olunur ve beyindeki nöronlar yeniden organize olurlar, buna bağlı olarak bazı fonksiyonlar kısmen kazanılmaktadır.
Bu sürece nöronal plastisite denmektedir. Refleksoloji ile konuşma merkezine yapılan çalışma ile anlaşılabilir konuşmayı sağlamaktır. Refleksoloji tüm dünyaca kesinlik kazanmış ve uygulama yelpazesi günden güne artış göstermiştir.
Sağlık Ayaklarınızın Altında...
Toksinlerden arınmanın alternatif yolu...
El ve ayaklardaki refleks noktalarına uygulanan özel ovma hareketleri sayesinde toksinlerden arınmış bir bedene kavuşmak mümkün.
Ellerimizin sadece tutmamızı, ayaklarımızın da yürümemizi sağlayan organlar olduğunu düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içerisindesiniz demektir.
El ve ayaklar işlevlerinin dışında, aynı zamanda bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktalarına sahip birer organ. Çin'de akupunkturun geliştiği zamanlarda doğduğu sanılan, günümüzde artık Sağlık Bakanlığınca 2014 yılında resmî gazetede yayımlanarak tamamlayıcı tıp adı altında; Batı'da da uygulanan refleksoloji, ayaklardaki refleks noktalarına uygulanan bir baskı tekniği. Refleks noktalarına basınç uygulanmasıyla vücuttaki sinirler ve kan dolaşımı uyarılıyor, böylece iyileşme ve fiziksel fonksiyonlarda denge sağlanıyor.
Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
0532 297 92 35
KAYNAKÇA:
Prof.Dr. David TRACEY
Prof.Dr. Peter BAUME
Prof.Dr. Kurt H. ALBERTİNE
Prof.Dr. Laurence GAREY
Prof.Dr. Frederick ROST
Prof.Dr. Phil WAİTE
20 Mayıs 2017 Cumartesi
ROMATİZMA NEDEN OLUR-ROMATİZMA TEDAVİLERİ
ROMATİZMA SİZİ ÖLDÜRMEZ, AMA SÖZDE TEDAVİSİNDE KULLANILAN
İLAÇLAR ÖLDÜREBİLİR.
Avuç dolusu ilaç yutsan da faydası yok. Romatizma
hastalığında çok klasik bir hikâye vardır.
Bir gün kalktım, kolum tutmuyor, taş gibi sertim, elimi açıp
kapatamıyorum, ağrılarım var, parmak eklemimde bir şişlik oldu. Doktora gittim,
bana hemen ağrı kesici ilaçlar, antienflamatuarlar verdi. Sonra baktım ağrı
kesilmiyor, tekrar gittim. Doktor, romatoid artrit teşhisi koydu; “Kortizona
başlamamız şart” dedi. Kortizona başladım....
Avuç dolusu ilaç yutsan da faydası yok
Romatizma hastalığında çok klasik bir hikâye vardır: ‘Bir
gün kalktım, kolum tutmuyor, taş gibi sertim, elimi açıp kapatamıyorum, ağrılarım
var, parmak eklemimde bir şişlik oldu. Doktora gittim, bana hemen ağrı kesici
ilaçlar, antienflamatuarlar verdi.
Sonra baktım ağrı kesilmiyor, tekrar gittim. Doktor,
romatoid artrit teşhisi koydu; “Kortizona başlamamız şart” dedi. Kortizona başladım.
Bir süre iyiydim, sonra tekrarladı. Ağrılarım, tutulumlarım, sabah sertliklerim
arttı. Tekrar doktora gittim. Doktor kortizonun dozunu yükseltti.
Bir süre rahattım. Sonra ağrılarım tekrarlayınca doktora
gittim. Doktor kortizonun yanında bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar
verdi. Onları da kullanmaya başladım. İyiydim, bir dönem ağrılarım azalmıştı
ama sonra hastalığım tekrar ilerlemeye başladı, ağrılarım dayanılmaz oldu.
Tekrar doktora gittim. Doktor bu sefer ilaçların dozunu
artırdı, bir tane daha bağışıklık sistemi baskılayıcı ilaç ekledi. İlk teşhis
konulalı birkaç sene oldu. Ama ağrılarım artarak devam ediyor, hatta eklemlerim
o kadar bozuldu ki, ellerimde ayaklarımda şekil bozuklukları meydana geldi.
Evde kendi işimi yapamıyorum, yardımsız yaşayamaz oldum.
Şimdi, bana iki şahit huzurunda muvafakatname imzalatarak bir ilaç vermek
istiyorlar, bu ilacın prospektüsünü okudum. Anti-TNF dedikleri bir ilaç. Hem
tüberküloz yapıyormuş, hem kanser yapıcı etkisi varmış. Hocam korktum ne
yapayım?’
Romatizma hastası öyle bir vaziyete gelir ki, birkaç sene
içinde kullanılabilecek en tehlikeli ilaçları kullanmış, bu ilaçların yan
etkilerini görmüştür. Hastalığı düzelmemiş, iyileşmemiş, tam tersine
ilerlemiştir.
Hasta geldiğinde bir avuç kimyasal ilaç kullanır, ama
ağrılardan perişandır. Eklem harabiyeti oluşmuştur, ellerinde, ayaklarında
şekil bozukluğu vardır. Yürürken düz basamaz, günlük işlerini yapamaz. Hasta
perişan bir haldedir. Çaresizdir, kilitlenmiştir, işini göremez, günlük
hayatını idame ettiremez vaziyettedir.
Tüm hastalar bu hikayeyi yaşar.
Romatizmanın kimyasal ilaçlarla tedavi edilemediğini
anlamamız gerek. Bu ilaçlar sadece romatizmanın üstünü örter, bağışıklığı
baskılar. Kimyasal tıp şöyle bir mantık yürütür: ‘Eğer romatizma bağışıklık
sisteminin yanlış çalışmasından, aşırı çalışmasından kaynaklanan bir otoimmün
hastalıksa, ben o zaman bağışıklığı baskılayan ilaçlar vereyim, romatizmayı
düzelteyim’!
Ama vücut böyle çalışmaz. Siz bütün bir bağışıklık sistemini
baskıladığınızda, hastayı iyileştirmiş olmuyorsunuz. Nitekim hasta bu ilaçları
kullanır ama romatizması da ilerlemeye devam eder. O zaman niye bu ilaçları
veriyorsunuz? Hastalara ne faydası var? Üstelik bir de ölüm riski var.
Romatizma öldürmez ama o anti-TNF ilaçlar öldürebilir. Bu son derece ciddi bir
konudur.
Methotreksat, kanser için geliştirilen bir kemoterapi
ilacıdır ve romatizmal hastalıkların tedavisinde de yaygın olarak kullanılır.
Oysa prospektüsünü okuduğunuzda, “ölümcül ve ciddi toksik
reaksiyon” görülebileceği ve “psöriyasis (sedef hastalığı) tedavisinde
methotreksat kullanımı ile ölümler bildirildiği” yazmaktadır. Ayrıca,
“Methotreksat kullanımı ile ölümler bildirilmiştir” şeklinde dehşet verici bir
ibare daha var.
Peki, niye veriyorsunuz o zaman bu ilacı hastalarınıza?
“Bitkilerle tedavi diye birşey yoktur” çığlıkları atıyorsunuz, sonra böyle
ölümcül bir kimyasal ilacı hastalarınıza leblebi gibi dağıtıyorsunuz. Soranlara
da utanmadan “bitkisel tedaviler güvenilir değil” diyorsunuz.
Prospektüsüne “ölümcül” yan etkileri olduğunu yazınca,
Methotrexat güvenilir hale mi geçiyor? Bu ilacı reçete ediyorken
korkmuyorsunuz, ama zerdeçal reçete ederken korkuyorsunuz, öyle mi? Aklınıza
şaşayım sizin! Siz hiç zerdeçaldan veya zencefilden ölen birini gördünüz mü?
Literatürde var mı? Eğer biz Fitoterapide bu kadar ölümcül
yan etkileri olan bir tane bile bitki kullansaydık, şimdi kimyasal tıp bizi
topa tutmuştu. Oysa kimyasal tıbbın tüm tarihi, ölümcül kimyasal zehirlerle
doludur.
Allah’a şükür, biz hastalarımıza zehir vermiyoruz.
Yani romatizma sizi öldürmez, ama sözde tedavisinde
kullanılan ilaçlar öldürebilir.
Şahin SANDALCIOĞLU
KAYNAKÇA:
19 Mayıs 2017 Cuma
KOLESTEROL-KOLESTEROL İLAÇLARI YAN ETKİLERİ
KOLESTEROL, YALANLAR VE KOLESTEROL İLAÇLARI
Tıp, yeni araştırmalar ve bu araştırmalardan elde edilen
bulgular ışığında sürekli değişen bir bilimdir. Peki, eğer bir doktor okulda,10
sene hatta 20 sene önce öğrendiklerini kanun beller ve yayınları takip etmezse
ne olur? Cevap basit: Hastalarını artık geçerliliğini yitirmiş bilgilerle
tedavi etmeye kalkışır. Maalesef bu son derece sık rastlanan bir durum.
Bir de bilgiyi bilinçli bir şekilde reddetme söz konusu.
Seneler boyunca “Kolesterol öldürür” diyerek neredeyse herkese, hatta küçük
çocuklara bile tehlikeli ilaçlar reçete eden doktorlar bunun aksini kanıtlayan
yayınları görmezden gelmeyi tercih ediyorlar.
Neden? Çünkü
hastalarını yıllardır yanlış tedavi ettiklerini kabul etmek yerine, yanlışa
devam etmek daha kolaydır. Daha da önemlisi ilaç endüstrisi milyonlarca dolar
harcayıp geliştirdiği ilaçları satmak ister.
Tıp camiası ile ilaç
endüstrisi arasında çok sıkı bir ilişki olduğu bir sır değil. Birbirini kayırıp
kollamak, hoş tutmak üstüne kurulu bir ilişkidir bu ve süregiden düzeni bozmak
iki tarafın da işine gelmez.
Lütfen yanlış anlaşılmasın. Her yeni bulguyu değerlendirerek
hastalarını en iyi şekilde, daha da önemlisi onlara zarar vermeden tedavi
etmeyi ilke edinen doktorlar tabii ki var.
Ne yazık ki,
çoğunlukla meslektaşları tarafından dışlanmayı göze almak zorunda kalan bu
hekimlerin sayısı yeterince çok değil. Ama her zaman söylediğim gibi, öyle ya
da böyle doğruları uzun süre saklamak mümkün değildir. Kolesterol konusunda da
durum farklı değil.
KARALAMA KAMPANYASI
Enflamasyon olan bölgelere tamir için yollanan, adeta
vücudun yara bandı olan kolesterolün günah keçisi olarak gösterilmesi çok
eskilere dayanıyor. Her şey 1856 yılında kadavraların damarlarında kolesterole
rastlayan ve suçlunun bu madde olduğuna kanaat getiren Alman patolog Rudolph
Virchow ile başladı.
1903’te Rus bilim insanı Nikolaj Nikolajewitsch Anitschkow,
kolesterol zengini gıdalarla beslediği tavşanların damarlarında değişiklikler
gözlemlediğini açıklayarak Virchow’un teorisini destekledi. Her şeyden önce o
zamanlar kolesterolün sadece besinlerle alındığı düşünülüyordu.
Ama bugün artık
vücutta dolaşan kolesterolün % 70’inin karaciğer tarafından üretildiği
biliniyor. Ayrıca, üzerinde çalışma yapılan tavşanların normal şartlarda otobur
olduğu ve kolesterol içeren gıdalar tüketmediklerini de hatırlatmak istiyorum.
KOLESTEROL TEORİSİ HORTLADI KALP KRİZLERİ ARTTI
Kolesterolün damarları tıkadığı teorisi ilk olarak bir asır
önce ortaya atılsa da, hortlayıp bir fenomene dönüşmesi 1950’lerin sonlarına
rastlıyor. Peki, eğer et, yumurta, tereyağı gibi kolesterol zengini gıdalar
damarları tıkıyorsa nasıl oluyor da kalp hastalıkları 1960’lar ve 1970’lerle
birlikte bir anda son derece dik bir ivmeyle tırmanışa geçiyor? Bir yandan
kolesterolü karalama kampanyaları popüler oluyor, diğer yandan kalp krizinden
ölümler de beklenmedik bir şekilde artıyor.
Neden? Çünkü insanlar değerli besin kaynaklarından korkup
uzaklaşarak daha sıhhatli olduğu iddia edilen moleküler yapısı değiştirilmiş
yağlara, margarinlere yöneldi; bol bol ekmek, makarna gibi karbonhidratlar tüketmeye başladılar. Sonuç
ortada.
Hele bir de 1970’lerde kolesterolü düşürmek için
geliştirilen statin grubu ilaçların sahneye çıkması ile durum iyiden iyiye
vahim bir hal aldı.
Artık aykırı sesler susturulacak, suçun kolesterolde
olmadığına işaret eden tüm çalışmalar kösteklenecek, doğru söyleyenler dokuz
köyden kovulacaktır. Çünkü büyük yatırımlar yapılmış, onca paralar harcanarak
kolesterol ilaçları geliştirilmiştir. Bu noktadan sonra “Kolesterol zararlı
değil” diyenin vay haline!
Karalama kampanyasının başladığı 1960’lı yıllardan beri
suçlunun kolesterol olmadığını dile getirenler hep oldu, ama maalesef bu
‘aykırı’ sesler kamuoyuna ulaşamadı. Neyse ki, artık bu sesler öyle güçlü ki, statükocu
tıp camiası bile duymamış gibi yapıp kafasını öbür yana çeviremiyor.
2013 yılında British Medical Journal’da yayınlanan bir
çalışma(1) doymuş yağlarla kalp krizi arasında bir ilişki olduğunu kanıtlayan
herhangi bir araştırma olmadığına dikkat çekiyor.
Aynı çalışma kalp
krizi nedeniyle hastaneye kaldırılan hastaların üçte ikisinin kolesterol
değerlerinin normal olduğunun da altını çiziyor. Diyelim ki kalp krizi
geçirdiniz ve statin grubu bir ilaca başladınız. Beş yıl boyunca her gün bu
ilacı aldınız. İstatistiklere göre bu ilacın hayatınızı kurtarma olasılığı
nedir biliyor musunuz? 83’te 1. Yani senelerce ilaç kullansanız bile nafile.
AMA DOKTORUNUZ SİZE BUNU SÖYLÜYOR MU? HAYIR.
Peki, olası bir kalp krizini önlemek için kullandığınız
ilacın sizi korumadığı gibi, bir de ciddi yan etkileri olduğundan bahsediyor
mu? Cevap yine hayır.
STATİN ‘MUCİZESİ’
Karşınıza Lipitor, Ator, Tarden, Kolestor, Saphire Lipitor,
Zocor, Zovatin, Lipovas, Simvakol gibi isimlerle çıkan statin grubu ilaçlar,
kolesterol üretiminde rol oynayan enzimleri baskılayarak etki ederler.
Dikkatinizi çekerim burada söz konusu olan senede 20 milyar
dolar para getiren bir ilaç ailesi. Yılardır hiçbir yan etkisi olmayan mucize
ilaçlar olarak pazarlanan, hatta önlem olarak kolesterolü yüksek olmayanlara
bile reçete edilen kolesterol ilaçları nedir, ne değildir bir bakalım
dilerseniz:
John Reckless adında bir İngiliz doktorun içme suyuna
katılmalarını önerdiğine bakmayın, bu ilaçlar hiç ama hiç masum değiller (Evet,
şaka gibi ama bir doktor gerçekten de içme suyuna kolesterol ilacı eklemeyi
önermiş). Ancak kolesterol ilaçları kesinlikle masum değil!
KOLESTEROL İLAÇLARININ YAN ETKİLERİ
• Diyabet
riskini artırıyorlar
Statin grubu kolesterol ilaçlarının farklı mekanizmalarla
diyabet riskini artırdığını gösteren bulgular var. Öncelikle bu ilaçlar insülin
direncini ve kan şekerini yükselterek diyabet riskini artırıyorlar..
Statinlerin karaciğerin kolesterol yapma mekanizmasını baskılayarak etki
ettiklerini belirttim.
Bu da karaciğerin kana glikoz pompalamasına neden oluyor ve
kan şekeri yükseliyor. 2009 yılında yapılan ve iki yıldan daha uzun bir süredir
statin grubu ilaçlar kullanan yaklaşık 345.000 hastayla yapılan bir çalışmanın(1)
sonuçları bu bilgiyi destekler nitelikte.
• Katarakt
riskini artırıyorlar
2013 yılında yapılan bir araştırma(2) statin grubu
kolesterol ilaçlarının katarakt riskini önemli bir oranda artırdığını
gösteriyor. Özellikle yaşlıların görme fonksiyonlarını tehdit eden katarakt
problemi söz konusu olduğunda, risk kolesterol ilacının kullanım süresiyle
doğru orantılı bir şekilde artıyor.
• Hastalıklara
davetiye çıkarıyorlar
Kolesterol, hücrelerin enerji üretiminde, bağışıklık sistemi
fonksiyonlarında, yağ metabolizmasında da önemli bir rol oynar. Her ne kadar
genel kanı düşük kolesterolün kalp krizi riskini azalttığı yolunda olsa da (50
yıldır insanların beynini yıkarsanız bu olur!) bunu kanıtlayan bir çalışma
mevcut değil.
Ama düşük
kolesterolün özellikle enfeksiyonlara yakalanma riskini artırdığını, kalp
yetmezliği de dahi olmak üzere birçok hastalığa davetiye çıkardığına işaret
eden araştırmalar mevcut. Yani, onlarca senedir aslen sağlıklı olan milyonlarca
insanı hasta eden bir tedavi yöntemi mevcut: Kolesterol ilaçları ailesi!
• Kanser
riskini artırıyorlar
Uzun dönem kolesterol ilacı kullananlarda kansere yakalanma
riski de artıyor. Özellikle de on yıldan daha uzun bir süredir kolesterol ilacı
kullananlarda risk daha fazla.
Statinlerin bazı
kanser önleyici mekanizmaları etkileyerek, meme kanseri, kolon kanseri ve cilt
kanserlerine yakalanma riskini artırdığını gösteren çalışmalar(3) (4) var. Dünya nüfusunun çoğunun yıllardır
kolesterol ilacı kullandığı düşünülecek olursa bu araştırmalar için katılımcı
bulmak hiç de zor olmasa gerek.
• Unutkanlık,
hatta bunamaya neden oluyorlar
Öyle ki bu konu hakkında yazılmış bir kitap bile var:
Lipitor: Thief of Memory (Lipitor: Hafıza). Lipitor, kolesterol düşürücü ilaçların en çok
kullanılanlarından biri; kitabın yazarı
Dr. Duane Graveline ise bir statin mağduru. Senelerdir kolesterol ilacı
kullanan Graveline, geçici bir hafıza kaybına uğradıktan sonra emekli oluyor ve
kendisini statin grubu ilaçların yan etkilerini araştırmaya adıyor. Kendisi bu
anlamda ne ilk ne de son. FDA’in MedWatch sitesine bu ilaçlar yüzünden hafıza
kaybı ve bunama gibi sorunlar yaşayan binlerce vaka bildirilmiş.
Kolesterolün yaşamsal bir madde olduğunu belirtmiştim. Beyin
fonksiyonları için de gerekli olan kolesterolü düşürmeye kalkışırsanız olacağı
budur. Vücuttaki tüm kolesterolün % 25’inin beyinde bulunduğunu da bir dipnot
olarak düşmek istiyorum. Yani beyninizin neredeyse %40'ı kolesterolden
oluşuyor.
OYUNBOZAN GERÇEKLER
Ortada kara mizah unsurları ağır basan bir senaryo var.
Aslında ilaç endüstrisi için son derece bildik, alışıldık bir hikâye: Sağlıklı
yaşamın önemli yapıtaşlarından birini hedef tahtasına koyun. Sonra tüm
gücünüzle saldırıya geçin.
Önce bu değerli
maddenin var olduğu besinleri yasaklayın. Ardından vücuttaki üretimini baskı
altına alan bir ilaç geliştirin. Sonuç mu? İlaç tröstleri ilacın üstünden büyük
paralar kazansın, doktorlar ilacı ayakta alkışlasın ve önlerine gelene reçete
etsinler. Hapı yutan ise maalesef yine siz olun…
Senelerdir kimse yumurta yemedi, kırmızı etten korktu. Peki,
ne oldu? Kalp hastalıkları azaldı mı?
Hayır. Aksine arttı.
Peki, milyonlarca, hatta milyarlarca kişinin kullandığı bu
ilaç (ya da ilaç grubu) işe yarıyor mu? Kalp ve damar hastalıklarında herhangi
bir azalma söz konusu mu? Yok.
Ama maalesef karşısına gelen her hastaya hâlâ kolesterol
ilacı yazan doktorlar var! Hem de yukarıda bahsettiğim tüm bulgulara rağmen!
SUÇLU ŞEKER
Peki, kalp krizinin ardındaki esas suçlular kim? Sigara,
hareketsiz bir yaşam, insülin direnci ve diyabet. Sigara ve hareketsiz bir
yaşamın damarlar üstündeki etkisi aşikâr.
Ama eğer bir besin
grubundan korkacaksanız etten, yumurtadan değil, kan şekerinizi fırlatan,
insülin direncine neden olan ve sizi Tip 2 Diyabet yolcusu yapan ekmek, börek,
çörek, baklava, pide, pizza, makarnadan korkun. Kalp ve damar hastalıklarının
en önemli nedenlerinden biri işte bu yiyeceklerdir.
50 yıldır kolesterolün zararları üstüne felaket tellallığı
yapılmasına rağmen, kolesterol ile kalp krizi arasında bir ilişki olduğunu
gösteren doğru dürüst tek bir çalışma olmadığını yazının başında belirttim.
Ama bilimsel yayınlar
insülin direnci ve diyabetle kalp-damar hastalıkları arasında önemli bir
korelasyon olduğunu kanıtlayan araştırmalarla(5) (6) dolu.
Kolesterol ilaçlarının insülin direncini ve diyabet riskini artırdığı
düşünülecek olursa, demek ki kalp krizi geçirmemek için bu ilaçları kullananlar
aslında kalp krizine davetiye çıkarıyorlar.
Her zaman söylüyorum; doğru beslenir, hareketli bir yaşam
sürerseniz Tip 2 Diyabet tamamen tedavi olan bir sağlık sorunudur.
Bu ne demek? Doğru
yaşam seçimleriyle şeker problemini kontrol altına almak, dolasıyla da kalp ve
damar hastalıklarından korunmak mümkün. Yani çözüm, yarım yüzyıldır söylendiği
gibi kolesterolü düşürmekte değil insülin direnciyle, diyabetle savaştan
geçiyor.
Yağdan korkmayın, şekerden ve buğdaydan korkun!
Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
0532 297 92 35
Kaynakça:
Dr: Ümit AKTAŞ
1 “Saturated fat is not the major issue” Aseem Malhotra,
British Medical Journal, BMJ 2013; 347:f6340
2 “Association of Statin Use With CataractsA Propensity
Score–Matched Analysis” essica Leuschen, MD1,2; Eric M. Mortensen, Christopher
R. Frei, Eva A. Mansi, JAMA, Ophthalmology, 2013, Volume 131, No.11, 1427-1434
3 “Statins Do Not Protect Against Cancer: Quite the
Opposite” Uffe Ravnskov, MD, PhD, Magle Stora Kyrkogata, JCO Journal of
Clinical Oncology,Mar 1, 2015:812;
4 “The Role of Cholesterol in Cancer” Omer F. Kuzu, Gavin P.
Robertson, AACR Publications, 10.1158/0008-5472.CAN-15-2613 Published 15 April
2016
5 “Insulin Resistance
and Cardiovascular Disease” Samy I. McFarlane, Maryann Banerji, and James R.
Sowers - The Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, Volume, Issue
2, 2010
6 “Insulin resistance and hyperglycaemia in cardiovascular
disease development” Markku Laakso, Johanna Kuusisto Nature Reviews
Endocrinology, 2014 10, 293–302
18 Mayıs 2017 Perşembe
D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ VE HASTALIKLAR
D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ VE HASTALIKLAR
GÜNEŞ DEĞİL GÜNEŞSİZLİK HASTA EDER!
Maalesef güneşle olan şifa dolu ilişkimiz bir karalama
kampanyasına kurban edilmiş durumda. Senelerdir güneşten uzak durmanın bedelini
D vitamini eksikliği ve beraberinde kapımızı çalan amansız hastalıklarla
ödüyoruz.
SİZE ÖNERİM, YAZ AYLARININ BU SON TATİLİNDE SAĞLIĞINIZ İÇİN
ÖNEMLİ BİR ADIM ATIN VE GÜNEŞLENİN!
Kimse koruma faktörü 30, hatta 50 olan koruyucular olmadan
kumsala gitmez oldu. Maalesef sağlık için son derece vahim sonuçları olan bir
karalama kampanyası ile karşı karşıyayız. Söylenenin tam aksine, asıl güneş
değil güneşsizlik adamı hasta eder!
Son yıllarda giderek artan kanser vakalarının ardında yatan
önemli faktörlerden birinin güneş fobisi olduğunu gösteren birçok araştırma
var. İlginç ama yaklaşık 30 sene önce bu fobinin tohumları atıldığında amaç
insanlığı cilt kanserinden korumaktı.
Gelin görün ki cilt kanseri azalmadı, aksine tüm kanserler
patladı! Neden? Çünkü onca yıl boyunca D vitamininin hayati önemi ve insan
vücudunun D vitamini sentezlemek için güneş ışınlarına ihtiyaç duyduğu gerçeği
göz ardı edildi.
Kliniğime gelen hastalarımda ilk kontrol ettiğim değerlerden
biri D vitaminidir. Neredeyse hepsinde bu değerin son derece düşük olduğunu
söyleyebilirim. Besinlerimizde eskisi kadar D vitamini olmadığını sık sık dile
getiriyorum.
Bu da yetmezmiş gibi
bir de üstüne güneş fobisi eklenince durum iyice vahim bir hâl aldı. D vitamini
aslında vitamin değil, güneşle aktive olan bir hormondur. Dilediğiniz kadar D
vitamini zengini beslenin teniniz güneş görmezse nafile. Bunun aksi de doğru.
Yani, istediğiniz kadar güneşlenin eğer diyetinizde yeteri kadar D vitamini
yoksa yine nafile! Söz konusu olan öyle önemli bir hormon ki, yaklaşık 3000
geni etkilediği biliniyor. Bu sayı da tüm genlerimizin % 10’u anlamına geliyor.
2006 yılında, D vitamini ve kanser arasındaki ilişkiyi
araştıran son derece kapsamlı bir araştırma(1) yapıldı. Bu çalışmanın sonunda
sadece D vitamini rezervlerini dolu tutarak kansere karşı % 60 oranında koruma sağlandığı ortaya
çıkmış.
Bu ne demek?
Aralarında pankreas, yumurtalık, prostat, akciğer ve cilt kanserlerinin de
olduğu 16 kanser türüne karşı en etkili savunmanız D vitamini rezervinizi dolu
tutmaktan geçiyor. Bu arada ironiye dikkatinizi çekmek istiyorum. Cilt kanseri
olmamak adına güneşten bucak bucak kaçarak neredeyse tüm kanserlere davetiye
çıkardık; üstelik bunların arasında cilt kanseri de var!
Güneş Girmeyen Eve Doktor Girer!
En değerli D vitamini kaynağından mahrum kalmanın sonuçları
tabii ki sadece kanserle sınırlı değil. Güneşsiz bir yaşam birçok hastalığa,
rahatça serpilip, büyüyebilecekleri bir ortam sunar. “Güneş girmeyen eve doktor
girer” diye bir atasözümüz vardır.
Binlerce yıllık bilgi
birikiminin bilge bir özeti olan bu atasözünü biraz açalım dilerseniz:
GÜNEŞ OLMAZSA…
• Bağışıklık
sisteminiz çöker
• Depresyona
girersiniz(2)
• Kanser
olursunuz
• Osteoporoz
olursunuz
• Çocuğunuzun
kemikleri gelişemez
• Tansiyon
hastası olursunuz
• Kalp
krizi geçirirsiniz
• Romatizma
hastası olursunuz
Size bu yıl Mart ayında Journal of Internal Medicine’da
yayınlanan bir çalışmadan(3) bahsetmek istiyorum. İsveçli bilim insanları,
yaşları 25 ile 64 arasında değişen 26.000 kadının güneşlenme alışkanlıklarını
20 yıl boyunca incelemişler.
Çalışmanın amacı ise
güneşle ilgili risk faktörlerinin bir karşılaştırmasını yapmakmış. Özellikle
açık tenlilerde çok fazla güneşlenmenin ölümcül bir cilt kanseri olan melanoma
riskini artırdığı biliniyor -zaten senelerdir maruz kaldığımız bu güneş karşıtı
kampanyanın çıkış noktası da budur.
Peki, güneşten
kaçarak cilt kanseri riskini azalttığınızı varsayalım, ya D vitamini
eksikliğinden kaynaklanan diğer risk faktörleri nedir? Çalışmanın sonucunda,
düzenli olarak güneşlenen kadınların daha uzun bir yaşam sürdüğü; güneşten
kaçanların ise kalp krizi ve kanserden ölme riskinin önemli oranda artığı
görülmüş.
Hatta bir de not
düşmüşler: “Güneşten mahrum kalmak en az sigara içmek kadar tehlikelidir.”
GÜNEŞLE İLGİLİ YENİ BULGULAR
Güneşle ilgili pek bilinmeyen bir şeyden daha bahsetmek
istiyorum. 2013 yılında yapılan bir araştırmaya(4) göre, güneş ışınları cilde
değdiğinde vücut sadece D vitamini sentezlemiyor aynı zamanda sisteme nitrik
oksit de salınıyor.
Bu önemli molekülün marifetlerinden biri damarların
gevşemesini ve kan akışının sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesini sağlamaktır.
Yani vücutta yeterli miktarda nitrik oksit varsa yüksek tansiyon probleminiz
olmaz, dolayısıyla da kalp krizi geçirme riskiniz önemli oranda azalır.
D vitamini seviyeniz
düşükse ve güneşten etkin bir şekilde faydalanamıyorsanız, D vitamini takviyesi
almak, diyetinizde D vitamini zengini gıdalara yer vermek son derece akılcı bir
yaklaşım. Ancak güneşle temasın daha önce bilinmeyen faydaları ortaya çıktıkça,
hiçbir takviyenin güneşin yerini tutamayacağı daha da iyi anlaşılıyor.
Bu araştırmanın bir
dermatoloji dergisinde yayınlanmış olması da son derece manidar.
GÜNEŞİ BALÇIKLA SIVAYAMAZSINIZ!
Tabii ki, 30 yıldır devam eden karalama kampanyasından sonra
çıkıp “Biz büyük bir hata yaptık” demek kimsenin işine gelmiyor. Ama her zaman
söylediğim gibi güneşi balçıkla sıvayamazsınız. Gerçekler er ya da geç ortaya
çıkar, çıkıyor da.
Aslında güneşin ve güneşle temasta vücut tarafından
sentezlenen D vitaminin önemi öyle yeni bir bilgi değil. Mesela tüberkülozu ele
alalım. Ta 1903’de İsviçreli bir bilim insanı tüberkülozu güneş terapisi ile
tedavi etmede büyük bir başarı sağladı.
Bu yaklaşımı
tüberküloz tedavisinde hâlâ altın standart olarak kabul ediliyor. Hele hele
kemiklerin iyi gelişmemesinden kaynaklanan raşitizm hastalığı ile güneş
arasındaki ilişki daha 17. yüzyılın ortalarında bile biliniyordu. İnsanlık
tarihinin ortak hafızasını, bilgi birikimini yok sayarak, güneşi düşman etmek
tam anlamıyla bir saçmalıktır.
GÜÇLÜ BİR BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ İÇİN GÜNEŞ
Kanserden gribe tüm hastalıklara karşı en etkili savunma
silahınızın güçlü bir bağışıklık sistemi olduğunu biliyorsunuz. Peki, güçlü bir
bağışıklık sistemi için D vitaminine ihtiyacınız olduğunu biliyor musunuz? D
Vitaminin bağışıklık sistemini aktive ettiği ilk olarak 2010 yılında Kopenhag
Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma(5) sonucu ortaya kondu.
Nature Immunology
dergisinde yayınlanan çalışma bağışıklık sisteminin en güçlü savunma
mekanizması olan T hücrelerinin harekete geçmesi için D vitaminine ihtiyaç
duyduğunu gösteriyordu. Yani bu vitamin olmadığında savaşçı T hücreleri
faaliyete geçemiyordu.
Gördüğünüz üzere senelerdir hem siz hem de çocuklarınızın
sağlığı için elzem olan bir şifa kaynağından mahrum bırakıldınız! Bunun hesabını kim, nasıl verecek bakalım?
GÜNEŞTEN FAYDALANMA KILAVUZU
Öncelikle şunu bilmelisiniz: Sadece güneşlenmeniz yetmez,
mutlaka gıdalarla da D vitamini almalısınız. Gıdalarla alınan D vitamini aktif
formda değildir. Güneş, aktif olmayan D vitamininin aktif hale geçmesini
sağlar.
Kanser ve depresyon vakalarının artışının bir sorumlusu da
senelerdir güneşten köşe bucak saklanmanızı öğütleyen kimyasal tıptır. Sonuçlar
ortada: Kötü beslenmenin üstüne bir de güneşi düşman belleten bir beyin yıkama
eklenince, D vitamini rezervleri boşaldı ve kanserden depresyona tüm
hastalıklar artışa geçti. Önce bildiklerinizi unutun. Güneş değil güneşsizlik
hasta eder!
Söylediklerimi çarpıtmak için tetikte bekleyenlere not:
Kimseye gidin marsık gibi yanın, kavrulun demiyorum. Sadece günde 20-30 dakika
güneşlenmek besinlerle aldığınız D vitamininin sentezlenmesi için yeterlidir.
Hangi saatte güneşlendiğiniz önemlidir. Güneşin tepede dik
olduğu saatlerde UV B ışınları gelir ve D vitamini sentezini sağlayan, işte bu
UV B ışınlarıdır.
Güneşin yatay geldiği
saatlerde ise, UV A ışınları gelir. UV A ışınları D vitamini sentezlemez ve
kanserojendir. Yani, vücudunuzda D vitamini sentezlensin istiyorsanız, güneşin
tepede dik olduğu saatlerde; gölgeniz boyunuzdan kısa iken güneşlenmelisiniz.
(11-13arası)
Vücudunuza sürdüğünüz o kimyasallarla dolu güneş
koruyucularla güneşten D vitamini falan alamazsınız. Çünkü D vitamini yağda
çözünür ve siz vücudunuza yağları sürüp güneşlendikten sonra duşa girince
vücudunuzdan akar gider.
Sürdüğünüz
kimyasalların cildinize vereceği zarar da çabası… Güneşten ancak ve ancak
teninize hiçbir şey sürmeden faydalanabileceğinizi unutmayın.
Güneşlendikten sonra sakın hemen duş almayın. Vücudunuza
vitamini sentezlemesi için bir süre verin.
D vitamini rezervlerinizi doldurmak için iki faktör bir
arada olmalı: Hem D vitamini açısından zengin bir diyet hem de güneş.
İdeal D vitamini değeri 80-150 ng/ml olmalıdır.
HEPİNİZE BOL GÜNEŞLİ, SAĞLIKLI VE KEYİFLİ BİR TATİL
DİLİYORUM.
Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
+90532 297 92 35
KAYNAKÇA:
Dr.Ümit AKTAŞ
1 “Vitamin D supplementation reduces cancer risk: results of
a randomized trial” Joan M Lappe, Dianne Travers-Gustafson, American Society
for Clinical Nutrition, Am J Clin Nutr June 2007 vol. 85 no. 6 1586-1591
2 “Suicidal patients are deficient in vitamin D, associated
with a pro-inflammatory status in the blood” Grudet, C.Malm, J.Westrin,
Psychoneuroendocrinology, 2014.50:p. 201-9
3 “Avoidance of sun exposure as a risk factor for major
causes of death: a competing risk analysis of the Melanoma in Southern Sweden
cohort” P.G. Lindqvist, E. Epstein, K.Nielsen Journal of Internal Medicine
March 16, 2016 DOI: 10.1111/joim.12496
4 “UVA lowers blood pressure and vasodilates the systemic
arterial vasculature by mobilisation of cutaneous nitric oxide stores" D
Liu, BO Fernandez, NN Lang, JM Gallagher, DE Newby, M Feelisch and RB Weller;
Journal of Investigative Dermatology on
(2013) 133, S209–S221, abstract no 1247
5 “Vitamin D controls T cell antigen receptor signaling and
activation of human T cells” Marina Rode von Essen, Martin Kongsbak, Peter Schjerling, Klaus
Olgaard, Niels Ødum, Carsten Geisler, Nature Immunology
19 Mart 2017 Pazar
SAĞ VEYA SOL EL KULLANIMININ NEDENLERİ
SAĞ VEYA SOL EL KULLANIMININ NEDENLERİ
Şimdiye kadar sağ veya sol el kullanımının nedenini beyinde
bulacağımızı düşünüyorduk, oysa aradığımız cevap belki de daha aşağılarda,
omurilikte olabilir.
Dr. Sebestian Ocklenburg’in önderliğinde, Judith Schmitz ve
Prof. Dr. H. C. Onur Güntürkün’den oluşan ekibin yaptığı araştırmanın sonuçları
bu yönde.
Hollanda ve Güney Afrika’daki meslektaşlarıyla birlikte,
Ruhr-Universität Bochum’den biyopsikologlar omurilikteki gen aktivitesinin anne
rahmindeyken bile asimetrik olduğunu söylüyorlar. Sağ veya sol el tercihimizin
başlangıcı da muhtemelen bu asimetri olabilir.
Ekip, çalışmalarını eLife dergisinde yayınlayarak sonuçların
beyin yarılarının simetrik işlevlere sahip olmamasının sebebi hakkındaki
düşüncelerimizi değiştirdiğini de belirtiyor.
Judith Schmitz ve Sebastian Ocklenburg © RUB, Marquard
İLK TERCİH RAHİMDE;
Günümüze kadar sağ ve sol beyin yarımkürelerindeki gen
aktivitesinin farklılığının, hangi elimizi aktif olarak kullandığımızı
belirlediğini düşünülüyordu. 1980’lerde
yapılan ultrasonlara göre, sağ veya sol el tercihi anne rahmindeyken
hamileliğin sekizinci haftasından itibaren başladığı düşünülüyordu.
Hamileliğin 13’üncü haftasından itibaren doğmamış çocuklar,
sol ya da sağ el başparmaklarını emmeyi tercih ediyorlar. El ve kol hareketleri
beyindeki motor korteksi tarafından başlatılıyor.
Omuriliğe sinyal gönderiyor ve komut harekete dönüşüyor.
Fakat motor korteksi başlangıçta omuriliğe bağlı olmuyor.
Bağlantı oluşmadan önce bile sağlak veya solak olmanın
işaretlerini beliriyor. Araştırmacılar bu sebeple sağ veya sol el kullanımının
kökünün beyin yerine omurilikte olduğunu düşünüyorlar.
ÇEVRESEL FAKTÖRLERİN ETKİSİ;
Araştırmacılar, omurilikteki gen ifadesini hamileliğin
8’inci haftasından 12’inci haftasına kadar analiz ettiler ve sağ-sol
farklılıklarını 8’inci haftada gerçekleştiğini gözlemlediler.
Bu farklılıklar, tam olarak omuriliğin kolların ve
bacakların hareketlerini kontrol eden bölümlerinde görüldü. Başka bir çalışma
da, doğmamış çocukların bu kadar erken bir zamanda asimetrik el hareketlerini
gösteriyordu.
Araştırmacılar ayrıca asimetrik gen aktivitesinin izini
sürerek bu durumun kökünde epigenetik faktörlerin olduğu sonucuna ulaştılar.
Bu da çevresel
etkilerin olduğuna ilişkin bir işaret olarak görülüyor. Tüm bu etkiler, enzimlerin DNA’ya metil gruplar eklenmesine
ve sonuç olarak gen okumasının en düşük seviyeye çekilmesine yol açabilir.
Bu durum sağ ve sol omurilikte farklı boyutlarda
gerçekleştiği için, her iki tarafta da genlerin aktivitesinde bir farklılık
var.
Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
+90532 297 92 35
KAYNAKÇA:
Orijinal Çalışma: Sebastian Ocklenburg et al.: Epigenetic
regulation of lateralized fetal spinal gene expression underlies hemispheric
asymmetries, in: eLife, 2017, DOI:10.7554/eLife.22784
14 Şubat 2017 Salı
SEROTONİN VE DEPRESYON
KONU DEPRESYON VE ANTİDEPRESAN İLAÇLAR OLUNCA, SIK SIK
SEROTONİN İSMİNİ DUYUYORUZ. PEKİ, NEDİR BU SEROTONİN HORMONU? MUTLULUK HORMONU
OLARAK TANITILAN SEROTONİN VE DEPRESYON ARASINDA NASIL BİR BAĞLANTI VAR?
Serotonin bir nörotransmitterdir. Yani sinir hücreleri
arasında elektrik sinyallerini taşımakla görevlidir.
Resimde iki sinir hücresi arasındaki parlak noktalar
serotonin gibi nörotransmitterleri temsil etmektedir. Bunlar bir sinir
hücresinden aldıkları elektrik sinyalini diğerine aktararak, beynin
çalışmasında hayati rol oynarlar.
Serotonin beyinde salgılanır ve vücudun çeşitli noktalarında
üretilir. Genelde merkezi sinir sisteminde ve mide-bağırsak kanalında bulunur.
Merkezi sinir sistemindeki serotonin ruh hâlini, uykuyu,
iştahı, öğrenmeyi, hafızayı, cinsel ve sosyal davranışları düzenlemeye yardım
eder.
Mide-bağırsak kanalındaki serotonin ise sindirimi
düzenlemekle görevlidir. Serotonin azında depresyon, fazlalığında manik
depresyon.
SEROTONİN VE DEPRESYON
Serotonin eksikliği şu üç nedenle oluşabilir;
Beyin hücrelerinde üretimin az olması, reseptör bölgelerinin
yetersiz olması ya da serotonin yapımında kullanılan triptofan maddesindeki
eksiklik.
(Triptofan (Trp,W) proteinleri oluşturan 20 aminoasitten
biridir. Genetik kodu UGG'dir. Nonpolar bir aminoasittir. İndol halkası içerir.
Esansiyel bir aminoasittir. Glukojenik ve ketojenik aminoasittir. Piruvat ve
asetil KoAüzerinden yıkılır.Yapısında bulunan indol halkası çeşitli
bileşiklerin yapısına katılır. Bunlar serotonin ve melatonindir. Karaciğerde
triptofan yıkımı ile nikotinik asit sentezlenir.)
Bu üç biyokimyasal bozukluktan biri meydana geldiğinde,
depresyon, obsesif kompulsif bozukluk, anksiyete bozukluğu, panik ve hatta
aşırı asabiyet ortaya çıkabilir.
Şahin SANDALCIOĞLU
Uzman Sosyolog-Refleksolog
+90532 297 92 35
Kaynakça: R. Young, A. E. El-Khoury: Human amino acid
requirements: A re-evaluation In: The United Nations University Press - Food
and Nutrition Bulletin 17(3); Sept 1996
Prof. Dr. Oğuz BERKSUN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)